Doğrusu ne Kürt sorunu, ne de militarizm veya anti-militarizm konusunda kalem oynatacak biriyim.
Benimkisi bir uzmanın kalemi değil, duyduğum acı ve bir şey yapamamanın utancı karşısında yükselen bir ‘feryat’.
Bir yere ulaşır mı, bir şey getirir mi, bilmiyorum. Ama içim bu ölümler,
bu acılar karşısında yeni bir dil, yeni bir yol arayanların arasına katılmak ve yapabileceğimiz bir şeylerden konuşmak istiyor.
Ağlamak, yakınmak, onu veya bunu suçlamaktan artık yorulduk diyorum; gelin naif, çocukça, gerçekçi olmayan, zor, her ne ise bu tür önerilerden konuşalım.
O çok akıllı, çok gerçekçi, çok stratejik önerilerden gördüğümüz ortada, gelin biraz da salt insan olmaktan gelen bilgi ve duyarlılığımızı kullanalım diyorum.
Ve yıllarca sürüp giden ölümlerden artık bıktık demek yetmez, aslında duymamız gereken ‘utanç’ olmalı diyorum. Bu utancı temizlememiz gerek.
İki söylem
25-30 yıldır yaşadığımız savaş hali, yitirdiğimiz gençler, toplumca içine sürüklendiğimiz kayıp ve acılara karşın çözüm noktasına yaklaşmaktan iki taraf da karşılıklı kaçış içinde ve artık bazı yazarların dediği gibi söylenecek söz kalmadı.
Resmi söylem, bunca yıldır bunca gencin ölüme gitmesi karşısında ‘şehitler ölmez’ söyleminden öteye gitmediği gibi.
Kürtlerin temsilcileri de, çoklukla geçmişe olan bağlarından çok geleceğin kurulması adına siyasal kazanımları öne çıkarmak konusunda yeterli istek ve kararlılık göstermekten uzak.
Kendi içlerindeki ayrılıklarla yıpranıyorlar belki ama, bunun kimseye bir faydası olmuyor.
Öte yandan aydınlar ne kadar içten ve duyarlı saptamalar yapsalar da, ‘ateşin düştüğü yerden’ uzaklar; ne yazık ki, söyledikleri bir vicdan temizliğinden öteye gitmemekte.
Dolaysıyla, olan, ilk olarak gencecik ölen o insanlara ve geride bıraktıklarına oluyor; ikinci olarak da bunca ölümün üstüne yağdığı bu topraklarda yaşayanlara.
Belki bu toplum bugün o kadar farkında değil; ama ne kadar görmek istemese de, yalnız insan hakları ve demokratik açılımlar, ya da yalnız ekonomik gelişme açısından Kürt sorununa kilitlenmiş değil, bu ölümlerin acısı ve utancıyla geçmişini olduğu gibi geleceğini de karartıyor.
Bunca karanlıktan aydınlık bir şeyler çıkarmak mümkün mü? Örneğin, evlatlarını, eşlerini, babalarını yitirmiş aileler gibi, vücut ve ruh sağlığından bir şeyler yitirmiş gençlerimizin ne yaşadıklarını, nasıl travmalarla karşılaştıklarını biliyor muyuz?
Yalnız dağa çıkanlar değil, onlar da geleceğe hangi duyguları, hangi anlayışları, hangi bekleyişleri yansıtacaklar acaba?
Buradan hep bir kabul, kaderine razı oluş mu, yoksa umutsuzluk ve öfke mi çıkacak dersiniz?
Bu toplum uzun yıllar çok farklı etnik kimliklerden gelmenin alışkanlığıyla birlikte yaşama deneyimi çıkarmış ve bu deneyim bugün hâlâ daha büyük yangınların çıkmasını önlüyor olabilir; ama bu basiretli davranışın daha ne kadar süreceğini düşünebiliriz?
Hele ekonomik koşullar sıkıştığında, iş bulmak, geçinmek giderek daha zorlaştığında iki tarafta da ‘milliyetçilik’ duygularının ‘azmasını’ nasıl önleyeceğiz? Tüm dünyada adaletsizlik ve eşitsizlik arttıkça milliyetçilik akımlarının güç kazanması bize bir şeyler söylemiyor mu?
Irk ve vatandaşlık
Peki tek yapacağımız milliyetçiliğe saldırmak mı? İşe yarar mı dersiniz? Türkiye’de katı milliyetçi çevreler dışında kalan, fakat bu ülkeyi, bu toplumu seven insanlar çoğunlukta; onlar bugüne dek birlikte yaşamayı da başardılar.
Savaş, terör, ölümler ve çözüm bulunamayan sorunlara karşın bugün bu kesimlerin hâlâ ırkçı değil, vatandaşlık bağını öne çıkardıklarını düşünmek için de çok neden var.
Dolaysıyla bu kesimlere küçümseyici bir milliyetçi yaftası yapıştırmak da doğru değil; milliyetçilik konusunda daha ince ayarlanmış bir dil bulunması da gerekli.
Aslında Kürtlerin de bu kesimi kaybetmemeye gayret etmeleri gerekiyor. Kürtlerin kimisi daha özerk bölge, kimisi federasyon, kimisi iki kurucu halk gibi söylemleri dile getirse de, çoğunluğun bu topraklarda ve birlikte yaşamanın onlar için en iyi çözüm olduğunu düşündüklerini sanıyorum.
Böyle düşününce de, belki geçen 30 yılın savaşla, ölümle ve giderek artan kin ve öfkeyle yaşanması yerine, daha barışçı bir siyasal ve toplumsal mücadeleyle sürdürülüp sürdürülemeyeceğini konuşmaları, hele gelecek için bu soruyu sormalarının anlamı yok mu dersiniz?
Onlar da davaları için ‘ölümde çare’ aramak yerine, daha barışçı bir sorumluluk karşısında değiller mi? Barışı, birlikte yaşamayı, siyasal, toplumsal çözümleri konuşmak için ölümden uzaklaşmamız gerektiğini görmüyorlar mı?.
Kısacası, hepimiz için hümanist bir yaklaşımla savaşa ve militarizme karşı olmak anlamlı gibi görünüyor.
Milletler, ırklar, dinler, ideolojiler, kimlikler uğruna bugüne dek ne çok insan öldü ve ölmeye devam ediyor; oysa tarih bize uğruna savaş verilen birçok kavramın eski yerinde durmadığını, bazısının tarihe gömüldüğünü, bazısı için savaş dışında mücadele yollarının gerekliliğini öğretmedi mi?
Evet ilkesel anlamda çoğumuz da savaşa karşıyız, ancak, bir yandan bugünkü yeryüzü koşullarında bu söylemin entelektüel bir söylemden öteye götürmenin mümkün olmadığını düşünüyoruz, öte yandan bu büyük söylemi hayata geçirmenin hiç kolay olmadığını biliyoruz.
Bir de kazanılması gereken bir davadan söz ediliyorsa... O zaman ne demeli, ne yapmalı?
‘Taraf’ olmak
Belki, ne olursa olsun savaşın ve ölümlerin karşısında olan bir söylem en doğru seçim.
Kimine göre çok pasifist olabilir, ama bazen büyük rüyaları kazanmanın yolu budur ve bu yol etkin bir stratejiye dönüşürse işe de yarayabilir.
Bugün aydınlara düşen belki şu veya bu taraftan olmayı bir yana bırakarak, sürekli savaşın bilançosunu, hayatın ve ölümün anlamını konu etmek, sürekli insana odaklanmaktır; belki bu yolda ısrarlı bir tutum gerçeklerin farklı görülmesini mümkün kılacaktır.
Doğrusu bunun ötesinde aklıma oldukça ‘ütopik’ (neye veya kime göre ütopik sorusunu sormakta da yarar var) öneriler de geliyor; birinden söz edeceğim.
Örneğin bu toplumun içinden bir ‘barış gücü’ oluşturmayı düşünemez miyiz? Ağzımız ‘barış’ girişimlerinden çok yandı demeyin; düşünen kadar canı yananı da, kentlisi kadar köylüsünü de, Batı’lısı kadar Doğu’lusunu da içine alacak bir güçten söz ediyorum.
Uzun süredir gençler ölürken yaşını-başını almış bizlerin yalnızca konuştuğu, yazdığı, tartıştığını düşünüyorum.
Yaşadığımız 30 yıllık sorunun çözülemeyişi gibi, cephede sürekli gençlerin ölümü de bana haksızlık gibi geliyor.
Bu nedenle artık yaşını-başını almış, tuzu kuru olanlar işe koyulsun istiyorum.
Özetle BM’in yaptığını biz yapamaz mıyız? Bu bizim savaşımız, barışı da biz sağlamalı, çözümü de biz bulmalıyız, değil mi?
İki taraftaki resmi çevreler o noktada değilse, toplumun içinden bu konu üzerine odaklanmış bir ‘barış gücü’ çıkarmak niye olmasın?
Bu barış gücünün işi de, daha önce denendiği gibi bazı aydınların Hükümet’le görüşmesi filan değil, bu savaşta doğrudan ‘barış tarafı’ olarak yer almak; savaş ve terör sürdükçe cephede de bir taraf olarak bulunmak.
Düşünün, bir yanda görüşme, anlaşma ve barış için sürekli çalışan bir akıl insanlar (adamlar değil) cephesi, öte yanda cephelerin, karakolların yanında konuşlanmış içinde aydınların, anne-babaların bulunduğu, bir ‘yaşlılar
ordusu.’
Anne-babalar belirli sürelerle cephede nöbette ve ‘savaş ve ölümler bitene kadar buradayım’ diyor. Buna rağmen karşılıklı ölümler mi sürer, yoksa soruna daha farklı çözümler mi düşünülür, ne dersiniz? Nasıl mı örgütlenir? Düşünmek gerek.
Başarılamaz ve bir işe yaramaz mı diyorsunuz? O zaman entelektüel arayışların bu programın oluşturulmasına katkılarını unutmaksızın. Başka bir şeyler önerin. Ya da, bir 10-20 yıl daha bir yandan ölmeye, öte yandan konuşmaya devam edelim. Ne diyeyim?(MK/EZÖ)