Bugün, "İnsanın insanı sömürmesi bitmedikçe sosyalizm için mücadele de bitmeyecektir" diyen Mehmet Ali Aybar hakkında Barış Ünlü'nün önce yüksek lisans tezi olarak hazırlayıp daha sonra kitaba dönüştürdüğü ve geçen yıl İletişim Yayınları'ndan "Bir siyasal düşünür olarak Mehmet Ali Aybar" başlığıyla yayımlanan kitabına göz atacağız.
Göz atacağız diyorum, zira kitap sadece basit bir biyografi değil aynı zamanda Türkiye solunun gelişim seyrinin de bir nevi 80'li yıllara kadar ana hatlarıyla özeti sayılır.
Bu yüzden kitaptaki tartışmaların bütününü bir yazıda ele almak bir hayli zor, sadece bazı kısımları aktarmaya ve değerlendirmeye çalışacağım.
Baskı ve direniş
Aybar 1908'de 2. Meşrutiyet'in ilanı sonrası İstanbul'da Osmanlı'nın son yıllarında doğmuştur.
Osmanlı ordusunun yüksek rütbeli mensupları yakın akrabaları arasındadır. Örneğin dedesi Hüseyin Hüsnü Paşa (1850-1926) hem Osmanlı'nın son dönemi hem de sonrası önemli roller oynamıştır.
Babası da "Kurtuluş Savaşı" sırasında yarbaylığa kadar yükselen ve en son Bursa'da Harp Divanı Başkanlığı'ndan emekliye ayrılan bir askerdi. Kısaca Aybar'ın ailesi ve yakın çevresi Osmanlı'nın ve Cumhuriyet'in askeri elitleri arasındaydı demek abartı olmaz.
Aybar'ın mücadelesi önemli ölçüde 2. Dünya Savaşı sonrası Batı'ya özel olarak ABD'ye angaje olmaya çalışan Türkiye'nin sola ve bağımsızlık yanlısı fikirlere dönük estirdiği teröre karşı konumlanarak şekillenir.
Aybar bu dönemde özellikle Vatan gazetesi ve daha sonra kendisinin çıkaracağı Hür ve Zincirli Hürriyet gibi gazetelerde demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi kapsamında yazdığı makaleleriyle tanınacaktır.
Başka birçok solcu gibi o da Milli Şef yönetiminin baskılarına hedef olacaktır. Zaten daha önce 1945'te de hukuk fakültesindeki öğretim üyeliği pozisyonuna "aykırı fikirleri" nedeniyle son verilecektir. Bu süreç biraz gelgitli olacak Aybar'a benzer başka öğretim üyelerini de kürsülerinden uzaklaştırmak isteyen iktidar nihayet çareyi bu kişilerin üniversitedeki kadrolarını lağvederek 1948'de bulacaktır.
Aybar'ın o dönem "zararlı" sayılan düşünceleri kapsamında, Vesayet altında demokrasi olur mu? türünden "basit" fakat mevcut rejimi kökten sorgulayan ögeler yer alır.
2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye hâkim olan kesimler, Nazilerle son döneme kadar yaptıkları işbirliğini unuttururken, (1) bir taraftan Batı ile yakınlaşma kapsamında çok partili hayata geçiş gibi bazı zorlamalara maruz kalsalar da asıl olarak ABD'nin yapacağı mali yardımlara ve NATO vb. ittifaklara dâhil olarak imtiyaz ve iktidarlarını koruma derdine düşmüşlerdir.
O yüzden her tür "aykırı fikir" komünizm addedilerek bastırılmalı, devlet mekanizması ABD'nin isteklerine uyumlu hale getirilmeli, çok partili bir döneme de geçilecekse, bu mevcut iktidar elitlerinin pozisyonlarına halel getirilmeden, usulünce ve yavaştan yapılmalıydı.
Tan gazetesi baskını (4 Aralık 1945) rejimin bu bastırma ve Batı'ya yaranma siyaseti kapsamında gerçekleşen önemli hamlelerinden biridir.
Linç, yağma yıkma bir kenara bırakılmış New York ve Paris radyoları İstanbul'da 20 bin kişinin katıldığı anti-komünist bir nümayiş olduğunu duyurmuşlardır.
Ve Cumhuriyet gazetesinde de her zamanki gibi amirlerinin verdiği görevi yerine getirmek üzere göstericilerin ABD elçiliğinin önünden geçerken " yaşasın hür Amerika "diye slogan attığının altı çizilmiştir.
Elbette bu "yaranma eylemleri" burada bitmedi. Sonrası da geldi. ABD İnönü iktidarının dikkat çekme hamlelerini başta inandırıcı bulmasa da emperyalist siyaseti gereği Sovyetler Birliği'ne komşu bir ileri karakola ihtiyacı vardı.
Bu kapsamda Truman Doktirini ve Marshal Yardımı CHP'nin imdadına yetişti. 12 Mart 1947'de ABD başkanı Truman Kongre'ye hitabında özetle baskı altındaki "özgür halklar"ı desteklemeleri gerektiğini söyler. Bu "özgür halklar"dan ilk iki sıradaki Yunanistan ve TC'dir. 100 milyonu Türkiye'ye olmak üzere 400 milyon dolarlık "yardım" kararı alınır.
Arkasından ABD bu iki ülkeye vesayetini yerleştirmek için sivil ve askeri personel gönderir. Ayrıca bu ülkelerden de sivil ve askeri personelin ABD'ye gelerek tedrisattan geçmelerini sağlar.
Alparslan Türkeş bu eğitim açığı Amerika'da kapatılan askeri personelin ilkleri arasındadır. TC-ABD ilişkileri yıllar içinde o kadar samimi hale gelecektir ki, ilk başlarda MİT ve Özel Harp Dairesi'nin çalışanlarının maaşları Washington tarafından karşılanırken, işi TC'nin işkencecilerini Panama'daki Escuela de Las Americas'da eğitmeye kadar vardıracaklardır.
Aybar yazılarıyla "Soğuk Savaş"ın başlangıcı sayılabilecek olan Truman Doktirini ve Marshal Yardımı'na karşı çıkar. Yanıtını yazdığı çizdiği gazetelerin kapatılması, onları basacak matbaa bulamamakla alır. Aybar Zincirli Hürriyet'i İzmir'de taşımak zorunda kalır. Zincirli Hürriyet de tıpkı Tan gibi rejimin lincine maruz kalmaktan kurtulamaz.
19 Nisan 1947'de 100-150 kişilik bir grup Zincirli Hürriyet'i basan matbaya dalarak ortalığı dağıtırlar. CHP baskılarında başarılı olur. Aybar Zincirli Hürriyet'i bir yıl sonra İstanbul'da ancak bir sayı daha çıkarabilecektir.
ABD ile gelişen ilişkilerin paralelinde rejim sola baskıyı artırır, Serteller ülkeyi terk etmek zorunda kalır, birçok solcu öğretim üyesi işinden atılır, yazar Sabahattin Ali katledilir(2 Nisan 1948).
Aybar'a da dava üstüne dava açılır. 1949'da 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılır. 1950'deki genel afla serbest bırakılan Aybar iki yıl sonra avukatlığa başlar. Sonrası ise Aybar için 27 Mayıs Darbesi'ne kadar sürecek olan uzun bir suskunluk dönemi olur.
Sosyalizm, demokrasi, bağımsızlık
27 Mayıs Darbesi sonrası CHP'nin baskıcı yönetimini katlayarak sürdüren DP'nin sultası sonlanmış, görece sol açısından daha rahat bir dönem başlamıştır.
İşçi sınıfına sendika gerekiyorsa onu da biz kurarız diyerek Türk-İş'i kuran(1952) devletin büyük olasılıkla parmağının olduğu bir süreç gelişir ve dönemin önde gelen 12 sendika yöneticisi tarafından TİP (Türkiye İşçi Partisi) kurulur.(13 Şubat 1961) Önce kendilerine katılmak isteyen Aybar'ı aralarına almak istemezler.
Ancak Aybar'ın önerisiyle TİP programının başına M. Kemal'in 1921'de söylediği "Efendiler! Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız." sözleri konulur.(Bu konuşmaya daha sonra döneceğiz.)TİP yöneticileri işler iyi gitmeyince, kısa zaman sonra "yaşanan tıkanıklığı aşmak" adına aydınları partiye davet ederler. Bu gelişme sonrası Aybar Şubat 1962'de partinin genel başkanı olur.
Aybar'ın TİP genel başkanlığı boyunca siyasal düşüncelerinde bazı öğeler ön plana çıkar. Örneğin sosyalizm ve demokrasiyle bütünleştirdiği "bağımsızlık" fikri başından beri her anlamda düşünsel hayatında önemli bir yer tutar.(2)
Burada sadece ülkenin bağımsızlığı söz konusu değildir. Aynı zamanda onun için düşünsel bağımsızlık da önemlidir. Sovyetler Birliği karşısındaki eleştirel tutumuyla da bunu gösterir.
Ona göre Sovyetler Birliği sosyalizmin tek mümkün biçimi değildir. Başka türde sosyalizmler de olasıdır. Emekçilerin parti ve siyasal hayatta doğrudan ve ağırlıklı temsili onun için önemlidir. "Doğrudan demokrasi" sözcüğünü kullanmasa da bunu çağrıştıran bir yaklaşım içinde "insan için sosyalizm" ve "güler yüzlü sosyalizm"e doğru düşüncesi evrilir. En nihayetinde Çekoslovakya'nın Sovyetler Birliği tarafından işgaliyle (Ağustos-1968) TİP içinde başlayan ve Aybar'ın işgale karşı çıkması bölünme ve onun TİP'le ilişkisinin sonlanmasına kadar uzanacaktır.
Kürt meselesi, Ermeni Soykırımı...
Dönemin solunda önemli bir yeri olan Aybar ve TİP'in mücadelesine bugünün gözüyle baktığımız zaman sorun olan ama dün de pekâlâ mesele yapılması gereken bazı "sıkıntılı" yanlara değineceğim.
Yukarıda Aybar'ın önerisiyle M. Kemal'in TİP'in programının başına konulan sözüne yer vermiştim.
TİP'in programında o dönem göze çarpan vurgular arasında "TİP'in Türk işçi sınıfı ve onun demokratik öncülüğünde toplanmış katmanların partisi" olduğu türünden sözler ön plana çıkıyor.
Yani bu bakış açısına göre Türkiye'de en azından farklı milliyetlerden işçi sınıfının olabileceği dahi varsayılmaz.
Evet Kürt halkının direnişinin boyutu belki o dönem kendini toplumsal mücadeleye dayatamıyordur ama uğradıkları katliamların daha doğrusu varlıklarının dönemin aydın ve sol kesimi tarafından çok daha açıktan görülmemesi, ifade edilmemesi ve onlara dönük pozitif bir tutum alınmaması dikkat çekicidir.
Programda elbette bir "Doğu Sorunu" vardır. Kürtçe, Arapça konuşanların ve Alevilerin yaşadıkları zorluklardan bahsedilir. Her tür "bölgecilik ve bölücülüğün" de kınanması ise ihmal edilmez.
Ancak bugün ve o gün de bir çok sorunun yapı taşı diyebileceğimiz "Kurtuluş savaşı Türkiye'sine yaraşır tarzda politika izlemek" gibi vurgular dikkat çekicidir. Diyeceğim aslında TİP'in Aybar'ın önerisiyle M. Kemal'in sözlerini parti programının girişine alması tesadüf değildir.
Çünkü Aybar'ın kafasında M. Kemal ve İsmet İnönü idareleri çok başka şeylerdir. M. Kemal yönetimine dönük belirgin eleştirel bir tutumu yoktur. Hâlbuki Milli şef bizzat Atatürk'ün politik liderliğinde yaratılan bir sürecin ürünüdür.
Sosyalizm mücadelesi
Özetle Aybar elbette mücadelesi içinde bir devlet eleştirisi yapmaktadır. Ancak Osmanlı'nın devamı olan Türkiye'ye şekil veren siyasete yeterince eleştirel yaklaştığı ve mesafeli olduğu söylenemez. Ayrıca M. Kemal'in emperyalizm ve kapitalizm karşıtı sözlerinin aslında laftan ibaret olduğunu, hiç de gerçeğe tekabül etmediğini Aybar'ın bildiğinden eminim.
Peki M. Kemal'in sözleri partiyi kapatılmaktan korusun diye oraya bir muska gibi yerleştirilmiş olamaz mı? Biraz gülünç ve safça düşünce tarzı ama bunu kabul etsek bile işe yaramadığını biliyoruz.
Nitekim TİP, partiye Kürtlerin ilgisinin artmasının paralelinde Kürt meselesinin ilk ciddi tartışma platformu oldu, daha sonra Doğu Mitingleri'yle (3) ortalığı sarstı.
Ancak 1970'te Ankara’da düzenlenen 4. Büyük Kongresi’nde Kürt halkının mücadelesini destekleme doğrultusunda alınan kararlar gerekçe gösterilerek, TİP 12 Mart sonrası kapatıldı. 4. Kongrenin Aybar'ın genel başkanlıktan istifası sonrası olduğunun da altını çizmeliyim.
Aybar'ın meşruiyet yerine çoğu zaman yasallığı tercih etmesi mücadele çizgisi açısından sabitlerden biri oldu. Bu sosyalizm mücadelesinde onu devletin çizdiği sınırların dâhilinde tutarken devlet ve devlete hâkim olan sınıflarla hesaplaşma düşüncesinden-her ne kadar liderliğini yaptığı son partinin ismi Sosyalist Devrim Partisi olsa da- yani devrimden bir hayli uzaklaştırıyor. Kendisi parlamentrizme endeksli bir hat izlerken devrimci bir mücadeleyi tercih edenlerin giderek TİP'ten uzaklaşmasının da zeminini sağlıyor.
Aybar'ın "devletçi" çizgisinin daha görünür olduğu bir iki olaya daha dikkatinizi çekeceğim. Aybar 1966'da ABD'nin Vietnam'daki savaş suçlarını yargılamak üzere oluşturulan uluslararası Russell Mahkemesi'ne yargıç olarak seçildi.
Bu mahkeme Amerika'yı Vietnam'da soykırım suçu işlemekten mahkum etti. Mahkemenin üyelerinden bir olan Jean-Paul Sartre raporunda tarihteki soykırımlardan bahsederken "Ermeni Soykırımı"nı da anar. Fakat Aybar buna itiraz eder ve Sartre raporundan bu kısmı çıkarır. Her iki aydının da tavrı "enteresan". Aybar'ın geçmişte neler olduğunu bilmediğini sanmam. O zaman bu örtbas olayında ne tür bir durum rol oynuyor olabilir?
Diğer dikkat çekici hadise ise Aybar liderliğindeki TİP'in 1967'de hükümete Kıbrıs'ta savaş yetkisi veren kararı desteklemesidir. Bu da Barış Ünlü'nün de belirttiği gibi Aybar ve TİP'in dönemin milliyetçilik rüzgarlarından etkilendiğine işaret eder.
Eksiklik
Barış Ünlü kitapta özellikle sol açısından mayalanma dönemi diyebileceğimiz 60'larda gelişen Türkiye'nin toplumsal yapısıyla ilgili tartışmaları Aybar ve çevresiyle sınırlamış.
Bu normal çünkü konu o. Fakat aynı başlıkta daha sonra gelişen tartışmaların da belki gündeme alınmamasıyla veya gündelik bakış açısının zihinsel sürçmeleri sonucu gelişen süreçle (örneğin 12 Mart Darbesi) ilgili yanlış diyebileceğimiz sonuçlara ulaşıyor. "Şiddet eylemleri hızla artmıştı.
Bunlar bir askeri müdahalenin zeminini hazırlıyordu."(s.264) gibi adeta Can Dündar anlatımı diyebileceğimiz türden basitlikte yaklaşımlar gündeme gelebiliyor. Şiddetin asıl kaynağının devlet olduğu göz ardı ediliyor. Gerçekte dönemin devrimcilerinin 12 Mart 1971 darbesine kadar yaptıkları eylem sayılıdır ve çoğu banka soygunudur. Örneğin bu dönemde çokça konuşulan İsrail Başkonsolos'u Elrom'u kaçırılması 17 Mayıs 1971'de gerçekleşmiştir.
Aslında başından beri saldıran taraf devlet ve onun uzantısı sivil faşist kesimlerdir. 16 Şubat 1969'da gerçekleşen Kanlı Pazar bunun örnekleri arasındadır. Gerçekte NATO aklıyla da silahlanmış devlet, halkları teslim almak için düşük yoğunluklu da olsa iç savaşı çok daha önce başlatmıştı.
Sol adına ilk organize silahlı eylemlerden biri 23 Aralık 1970'te, Ankara Hukuk Fakültesi önünde vurulan devrimci öğrencilerden İlker Mansuroğlu’nun ölümü üzerine THKO'nun 29 Aralık 1970'te ABD Büyükelçiliği önündeki polis noktasının kurşunlanmasıdır.
Bu meseleyi gündeme getirmemin asıl nedeni solun daha sonraki yıllarda faşist saldırılar karşısında "aktif savunma" çizgisini zorlamayan eylemlerinin de "provokasyon" edebiyatıyla mahkum edilerek adeta TC karşısında halkların silahsızlandırılmak istenmesi ve sonu 12 Eylül'e uzanan yenilginin zeminine katkı sağlamasıdır.
Çürüme
Bugün yoğun bir çürümenin içinde yaşıyoruz. Bu sadece ülkemizde olan bir şey değil. İnsanlığın bütünü kaplamış durumda.
Gerçeğe sadakatini yitirenlerin toplumsal çürümeden pay alması kaçınılmaz. Çürümenin doğal sonucu ise bozulma, kokuşma, dağılma ve bütünlüğün her anlamda kaybedilmesi. Bu işin sonunda olanı değiştirelim derken mevcudun sıradan parçası olmak da var.
Elbette tarihte olanları değiştiremeyiz. Ancak kendimizi "başka türlü olamadığı için böyle oldu" türünden totolojilere de mahkûm etmenin anlamı yok. Zira kabullenme, düşünmenin ve devrimci politikanın önemini sıfırlar. Halbuki soluk alıp verdiğimiz sürece yeni yollar yaratmak mümkündür.
(AS/EMK)
(1) İnönü yönetiminin savaşa girmediği bir anlamda sadece efsanedir. Mustafa Kemal henüz hayattayken Nazi Almanya'sı ile kurulan dostluk ilişkileri savaşta da devam etti. Nitekim Hitler ordularının Balkanlar'a girmesi sonrası 18 Haziran 1941'de Türk-Alman Dostluk Paktı imzalandı. Tıpkı TC'nin bugünkü Rusya siyaseti gibi Almanya ile karşılıklı ticaret arttırıldı. TC, Nazilerin bazı isteklerine karşı koysa da örneğin 20 Nisan 1944'te Almanya'ya krom sevkiyatı müttefik kuvvetlerin ambargo tehdidi sonrası ancak durduruldu. Bu dönemde mesela Nazım Hikmet gibi tanınmış sol figürler hapsedilip ya da sürgüne gönderilirken ülke içinde de faşist fikirler desteklendi.
(2)Aybar henüz 10 yaşındayken İstanbul'un işgaline şahit olanlar arasındadır. Bu olay onun düşünce dünyasına ne kadar etki etmiştir bilemeyiz ama yıllar sonra yoldaşı Nihat Sargın'ın anlatımıyla TİP'in bir parti üst organ toplantısında işgalden bahsederken gözlerinin dolması, boğazının düğümlenmesi, sesinin kısılması ve boğuklaşmasına yol açacak kadar kendini hissettirir.
(3) TİP 1967'de Ağrı, Van, Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Kars, Erzurum, Tatvan, Erciş, Patnos, Iğdır, Ardahan, Posof ve Sarıkamış'ta mitingler düzenlemiştir. Aybar bu gösterilerde eşitlik istediği Kürtlere "Doğulu emekçi kardeşlerimiz..." diye hitap eder. Bu mitingler devlet açısından çok sarsıcı olmuş, TİP'e saldırılar artmıştır. Demirel 20 yıl sonra bile "Yalnız bu Doğu Mitingleri'ni izah edemezsiniz..." diye sayıklamaktadır.