Çocukluğumun ilk yılları, daha okulla müze ziyaretlerine başlamadan evvel annem ve babamla Sultanahmet’i gezmeye gitmişiz.
İstanbul’da Beşiktaş’ta doğmuştum ama “karşı yakanın çocuğuydum” o yüzden sanki büyülü bir başka dünyaya gelmiş gibi hissetmiştim kendimi.
Meydana, Ayasofya’ya ve Sultanahmet Camiine gözüm kartpostallardan ve film karelerinden aşinaydı ama küçük bedenimle hiç bu kadar devasa olacaklarını tahmin etmemiştim. Bir de tabii ben Ayasofya’yı sarı badanalı bekliyordum ama pembe çıktı! Pembe’nin sadece kızları çağrıştırdığı yaştaydım o sıralar.
İçeride rutubetle karışık bir serinlik çarpmıştı yüzüme, sevdim bu halini, kubbeye aşağıdan bakınca hani gökdeleni ilk kez görmüş ve zirvesini keşfedeyim derken şapkasını düşürmüş bir şaşkın insan haline bürünmüşüm.
Diyaloglar kabataslak şöyle: “Burası kilise mi, cami mi? Hayır oğlum müze! E o zaman kalkanlar, oklar, silahlar nerede!” (bkz bendeki Topkapı sarayı etkisi).
Kocaman yazıların olduğu levhalar, mermer sütunlar rüyama girmişti o gece…
Tabi dönüşünde gerçek Sultanahmet köftesi ile tanışmam ayrı şenlikti. Her ne kadar babam öğrencilik yıllarının lezzetini bulamasa da ben beğenmiştim.
Aradan yıllar geçti, İstanbul Üniversitesi’ni kazanınca Ayasofya ve Sultanahmet meydanı ikinci adreslerimin arasına girdi. Güzergâh üstündeydi ama onun da ötesinde arada çay kahve içmeye kaçtığımız, İletişim yayınlarına uğradıktan sonra aldığımız kitapların sayfalarını karıştırdığımız başka bir mekâna dönüşmüştü Sultanahmet ve çevresi…
Dolayısıyla hem Ayasofya’nın içindeki devasa iskelenin macerasına hem de meydanın kalabalığına molaları saymazsak epey tanıklık etmişliğim var. Sonra akademik yolculuğum “hasmını tanı felsefesi” ile beni Türk sağı çalışmaya yönelttiğinde Ayasofya’nın Türk sağının heybesinde ne kadar hacimli bir yer tuttuğunu fark ettim.
Türk Sağı: Mitler, Fetişler ve Düşman İmgeleri’ni derlemeye karar verdiğimde de Ayasofya’nın mutlaka müstakil bir çalışmaya konu olmasını arzuladım. İmdada M. İnanç Özekmekçi ve onu derlemede yer alan ve çok kıymetli analizleri içeren Ayasofya makalesi yetişti. Aşağıdaki satırlarda Özekmekçi’nin çalışmasından da yararlanacağım.
Bütün bunları son birkaç haftadır alttan alta Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) “çok yakın” ve “ılımlı mesafeli” yayın organlarında Ayasofya üzerinden dönen tartışmaları ve bunun iktidarın ajandasına girme ihtimalinin yüksek olması nedeniyle yazıyorum.
II. Abdülhamit’in dördüncü kuşak torunu bir anda zuhur edip üzerimizde “Fatih’in laneti var Ayasofya cami olarak ibadete açılmalı” dedi.
“Derin” bir tarihçi 2014’te Ayasofya’nın ibadete açılacağını söyledi. Bülent Arınç ise “bu mahsun Ayasofya’ya bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin yakın olacağını Allah’tan diliyoruz” diyerek iktidar partisinin harekete geçebileceğinin sinyallerini verdi.
Fitil, Türk Tarih Kurumu’nun eski başkanı ve Milliyetçi Hareket Partisi'ne (MHP) de grup başkanvekili olan Yusuf Halaçoğlu, Ayasofya’nın tekrar cami olarak ibadete açılması için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) teklif vermesiyle ve gerekçe olarak da Ayasofya’yı müzeye çeviren belgedeki imzanın Mustafa Kemal’e ait olmadığı dolayısıyla sahtecilik yapıldığını ileri sürmesiyle ateşlendi.
Kararname Halaçoğlu’nun iddiasına göre geçersizdi. Halaçoğlu’nun tarihi olaylarda ne kadar “isabetli” kanıtlar bulduğunu Ermeni soykırımı meselesinden biliyoruz!
Bu sebeple bahsi geçen belgeye dair yazmak bile çok anlamlı değil; hem velev ki dediği doğru olsun önümüzdeki mesele imza olayı değil ki. Olan Türk sağının nicedir beklediği ikinci fetih harekâtının sembolik mekânını yeniden bir mobilizasyon vesilesi kılmak ve “makbul Müslüman” dışında kalan herkesi bertaraf etmek.
Ayasofya aslında her büyük iktidar değişikliğinde siyasetin bir parçası oldu. II. Mehmet İstanbul’u aldığında Bizans’ın en büyük mabetlerinden birini camiye çevirerek aslında gücünü gösteriyordu.
Takip eden yıllarda birçok kilise camiye çevrildi, ikonaları ve mozaikleri yerlerinden söküldü. Bugün halen bu şekilde dönüştürülmüş birçok kilise-camide ibadete devam ediliyor. Sıvayla kapatılmış duvarların üzerinde dualar içeren plakalar… Ne ibadet edenler ne de etrafındaki mahalle sakinleri bu yapıtların tarihini biliyor. Şehrin tarihsel belleğini dikkate almamak zaten ortak özelliğimiz.
Halbuki o tarihsel bellek bugünün kentini daha demokratik ve çoğulcu kılabilme adına hepimize çok önemli fırsatlar sunabilir. Kimlerin bu topraklarda yaşadığını, nasıl bir kültürel birikim bıraktıklarını ve neden evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kaldıklarını öğrenmek, yaşadığımız şehri sırf binalar ve yollardan ibaret görmemeyi, ona dokunmayı ve onunla hüzünlenmeyi ve umutlanmayı vaat eder.
Türk sağının Ayasofyası
Biz yine Ayasofya tartışmalarına geri dönelim. “Fetih’in nişanesi” haline getirilen Ayasofya Osmanlı döneminin klasik devrinde iktidarın sembolik olarak üretildiği mekânlardan biriydi. Her ne kadar daha görkemli bir ibadethane yapma amacıyla çok çaba sarf edildiyse de Ayasofya kendine özgün mimarisi ile farkını hep muhafaza etti.
Ayasofya aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında da dini açıdan sembolik önemini korudu. Örneğin 1932’de Türkçe ezan ilk kez Ayasofya’da okutuldu.
Neden müzeye çevrildiği konusunda ise rivayet muhtelif. Genel çıkarsama yeni rejimin seküler tutumunun sembolik bir göstergesi ve Batı’ya da bir jest olarak Ayasofya’nın müze yapılmasına karar verdiğine dair.
Ayasofya’nın Türkiye sağının siyasi bir meselesi olarak gündeme gelmesi ise 1940’ların sonları ve 50’lerin başlarına denk düşer. İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümü –ki Türkiye sağı için bir örgütlenme ve mobilizasyon fırsatıdır- esnasında Ayasofya’nın yeniden cami olarak kullanılması talepleri yükselir. Eşref Edip’ten Peyami Safa ve Necip Fazıl’a sağın birçok ismi “Ayasofya’yı kurtarmak” üzerine yazar.
Sağın anti-komünizm şemsiyesinde birleştiği yıllarda özellikle de 1960’lı ve 70’li yıllarda konu hep gündemde kalır. Ayasofya’nın cami olarak ibadete yeniden açılması bir hedef olarak kitlelerin önüne çıkarıldığından itibaren de bu eksendeki tartışmalara doğrudan müdahil olmak istemeyen merkez sağ siyasete mesaj verilir. Merkez sağ partiler baştayken sürekli harekete geçmeleri konusunda İslamcı ve milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerce uyarılırlar. Hatta kimi zaman Ayasofya bahsi pazarlık konusu bile yapılır.
Tüm bu süreçte oluşan belirli davranış kalıplarını ve iddiaları sınıflandırmak mümkün. Öncelikle Ayasofya’nın müze yapılmasının ardında
Türk sağına göre Hıristiyanlardan Batı taklitçilerine, Siyonistlerden komünistlere kadar tüm “ötekiler” peşi sıra dizilmiş vaziyettedir. Ayasofya’nın müze yapılması yine onlara göre Osmanlı ve İslam geçmişinin silinmesi, “milli onurun” zedeletilmesi projesidir.
Amaç bir sonraki adımda İslam’ı ve Türklüğü bu topraklardan silmektir. Örneğin Erdoğan’ın sık sık referans yaptığı Necip Fazıl, “Ayasofya Hitabesi”nde (1970) Ayasofya’nın kendileri için ne manaya geldiğini nefret dolu bir üslupla şöyle anlatır:
“Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya? Bizi bu hale getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlakımızı Paris’in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, milli kültürümüzü çöplüğe ve milli iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekamızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapandığı oda, mukaddesat odamız… Ayasofya budur.”
Bu satırlardan anlaşılan eleştirinin yalnızca Cumhuriyet yıllarını da değil İslam’a ihanetin bir nevi başlangıcı olarak görülen Tanzimat’a kadar uzatıldığıdır. Müze olarak Ayasofya’nın “ruhsuz” olduğu konusunda Türk sağının birçok ismi hemfikirdir. Fakat asıl dikkat çekici olan kutsallık ile temizlik arasında kurulan ilişkinin nasıl nefreti ve dışlamayı içeren bir çağrışımsal evrene açıldığıdır. Ayasofya Türk sağının kalemlerine göre kirletilmektedir sadece turistlerin ayakkabıları ile gezmesi nedeniyle de değil “açık saçık kıyafetleri” nedeniyle de!
Tam bu noktada bildiğimiz rövanşist tutumlar devreye girer ve Türk sağının şablonunda müze olarak Ayasofya’nın sonu “Müslümanların iktidarını” sembolize eder.
Mekân üzerinden homojenleştirme
AKP uzun süredir otoriter rejim taraftarlarının çok sevdiği “mekân” ve “beden” üzerinden siyaset yürütüyor. Her iki alan da sık sık belirttiğimiz gibi toplumsal mühendislik projelerinin vazgeçilmez başlıkları.
AKP iktidarı çoktan İznik’teki ve Trabzon’daki Ayasofya’ları yeniden camiye çevirdi. Hem de İznik’te ve Trabzon’da yükselen itiraz seslerine kulaklarını tıkayarak. Çünkü AKP Soğuk Savaş dönemindeki ön kabullerden hareket etmeye devam ediyor.
“Tüm Müslümanlar bu mekânların cami olmasını ister, istemeyenler gâvurdur” klişesi artık resmen bir hükümet politikası. Evet meselenin mevcut politik mevzilenme ve oy hesapları ile yakından ilişkisi şüphe götürmez.
MHP’liler bilhassa 90’ların ikinci yarısından itibaren sürdürdükleri politikalar ile muhafazakâr kesim ile aralarında bir soğukluk oluştuğunu fark ettiler. Türban konusunda iktidarla aynı hatta politika yapmak ve şimdi de Ayasofya çıkışı ile sağın kolektif hafızasında yer alan bir mekânsal kod’u oya tahvil etmeyi istemek MHP’nin önümüzdeki dönemde muhafazakâr oyları devşirmek için daha çok çalışacağının bir göstergesi olabilir.
AKP açısından da Gezi ile zarar gören muktedir olma imajını tamir etmek ve ortaya çıkan gerilimden beslenerek kendi tabanını sıkılaştırmak gibi bir ihtimal de söz konusudur elbette. Ayasofya’yı tekrar cami olarak ibadete açsınlar ya da açmasınlar tüm bunların siyasi hesapların ötesinde de anlamı olduğu muhakkak. Biz nicedir AKP hükümeti ile birlikte ikinci fetih dalgasına tanık oluyoruz. Bir yandan Sümela’da ayine “izin veren” hoşgörülü iktidar tablosu çizilirken diğer yandan adım adım müze olan kiliseler camiye çevriliyor.
Bundan ne çıkar diyebilirsiniz, ancak tüm bu yaşananların ülkeyi sadece belirli bir ölçeğe uygun imal edilmiş Müslümanların Türkiye’si kılma operasyonu olduğunu fark edersek ne kadar vahim bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı anlarız.
Yıllardır Balkanlar’da Osmanlı’dan kalma eserlerin tahrip edilmesini diline pelesenk edenler ya da Cordoba’da katedrale dönüştürülen camiyi emsal gösterenler bu ülkede yok edilen kültürleri ve mabetleri nedense hiç görmedi. Ordudan her kilise altında hazine arayan define avcılarına kadar sistematik bir şekilde tecavüze uğradı “ötekilerin” yaşam alanları. Şimdilerde camilerin, hamamların –ihtilaflı projelerle olsa da- restore ediliyor olması sevindirici, ihya ediyorum deyip ki İslam dışındaki dinlerin mabetlerini ve yapıtlarını İslamlaştırarak dönüştürmek ise korkutucu.
Parklarımızı, nehirlerimizi nasıl savunuyorsak bu teşebbüslere ve ona eşlik eden tekleştirici, dışlayıcı siyasete karşı kültürel mekanlarımızı böyle savunmalıyız. (GGÖ/HK)