İşkencenin ortadan kaldırılması için en önemli gereklilik, kararlı bir siyasi iradenin varlığı. Avukatlar istisnasız olarak karakollara sokulduğu gün, işkence de biter. İşte bunun için, Adalet Bakanlığı'nın iki hafta önce hazırladığı yasa taslağı çok önemli. Kasım ayında iktidara gelen hükümetin, bu taslağı bir an önce yasalaştırması gerekir. Tabii, unutmamak gerekir ki, doğru dürüst bir uygulama sistemi olmadan bir yasa, bir mağduru koruyamaz...
İşkence iddiaları sürüyor
Demokratik Sol Parti (DSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Anavatan Partisi (ANAP) hükümeti, Şubat ayında gözaltı sürelerini kısaltmıştı. Bu uygulamanın olumlu etkileri olduysa da, gözaltındaki kişiye tam ve istisnasız avukatla görüşme imkanı tanımadı. Bunun sonucunda da, "inandırıcı işkence iddiaları" almaya devam ediyoruz...
Ağustos ayında İnsan Hakları İzleme Komitesi (Human Rights Watch - HRW) Adalet Bakanlığı'na 60 kişiyi ilgilendiren, 30 işkence vakasını tarif eden bir mektup gönderdi. Eylül ayında, Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) benzeri bir rakamı içeren, ama tamamen ayrı vakaları tarif eden bir rapor yayınladı. UAÖ'nün vakalarının çoğu ve HRW vakalarının hepsi, Şubat ayından itibaren meydana gelmişti.
İşkence, gözaltına alınan ama müdafisiyle görüştürülmeyen sanıklara uygulanıyor. Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) sanıkları, yasalar gereği iki gün süresince avukatla görüştürülmüyor. Prensipte adli suçluların avukatla görüşme hakkı var ama, pratikte bu hak tanınmıyor.
İşkencenin önlenmesindeki ana faktörler:
* İşkencenin önlenmesinde en önemli etken, işkencenin kanunda tamamen yasadışı sayılması olacaktır.
Türkiye'de bu sağlandı ama, savcılar ve mahkemeler sık sık işkence olaylarını "kötü muamele" olarak nitelemeyi tercih ediyor. Kötü muameleden yargılanan sanıklar daha düşük bir ceza alıyorlar ve üstelik, kötü muamele, son af kapsamına dahil edildi.
Ancak hatırlamamız gerekir ki, hiçbir devlet kendi polisini yargılayıp cezalandırmaz. Belki bir iki istisna olayı ve devleti bu genel yargının dışında tutabiliriz. Almanya ve İngiltere'de polislere çok ağır suçlamalarla açılan davalarda da genellikle "takipsizlik" kararı verildiğini görüyoruz.
* İşkence olayları doğru dürüst bir şekilde araştırılmalı ve sorumlu polis/jandarma cezalandırılmalı.
Türkiye'de işkenceciler genellikle ya hiç yargılanmıyor, ya sabit delillere rağmen beraat ediyorlar ya da zaman aşımı, af ve benzeri yöntemlerle hak ettikleri cezalardan kurtuluyorlar.
* Karakollar denetlenmeli.
Türkiye'de ciddi ve kapsamlı denetlemeler 1990 yılında, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi'nin habersiz "baskın"larıyla başladı. O senelerde yapılan ziyaretlerin raporları henüz açıklanmadı ama, Türkiye, geçtiğimiz yıl ziyaret raporlarının yayınlanmalarına izin verdi. Hazırlanıp yayınlandığında, ilginç vakaların açığa çıkacağını tahmin ediyorum.
Komitenin ziyaretleri çok önemli, çünkü ondan önce Türkiye'deki karakollar tamamen kapalı birer kutu gibi duruyordu. Bu ziyaretlerle, nihayet biraz güneş ışığı girmiş oldu.
Bu ziyaretlerden sonra, Sema Pişkinsüt'ün ziyaretleri gündeme geldi. Onlar da güzel, düzenli, kararlı ve cesaretli bir biçimde yürütüldü.
1998 yılında, Ecevit'in valiler, kaymakamlar gibi yerel devlet görevlilerine yolladığı genelge, bu kurumlardan karakollara sıkı bir denetim uygulamasını istiyordu. Ancak, bu denetimlerin düzenli yürütüldüğünü sanmıyorum. Üstelik, bu denetimler kamuoyuna açık yürütülmediğinden, fazla etkili olmayacaktır. Şeffaf bir yöntem değil.
* Gözaltı süreleri kısa olmalı.
Gözaltı süreleri, 1990'lar süresince gittikçe kısaltıldı ve bunun, işkencenin kısmi azaltılmasında önemli bir rolü var. Ama yine de, yedi gün süresince gözaltında kalanlar var ve bu, insan hakları konvansiyonunun açık bir ihlali olarak sayılabilir.
* Avukatlar istisnasız bir biçimde karakollara sokulmalı.
Avukatın olmadığı bir ortamda, sanık kapalı bir mekanda tutulursa, işkence iddiaları da hortlamaya başlar. Avukatlar karakollara girdiğinde, karakollarda işkence durdurulur.
Gözaltına alınan herkesin derhal avukatıyla görüştürülmesi, gözaltına alınanları korumak için en etkili tedbirdir. Bu aynı zamanda, işkencenin önlenmesi için çok da pratik bir çözümdür. Bunun için, avukatların her zamanda ve her koşulda müvekkiline ulaştırılması gerekir.
Türkiye'de son senelerde, hukukta avukatla görüşme hakkı genişletildi ama, kilit grup devre dışı tutuldu: DGM sanıkları.
Bir grup sanığın bu haktan mahrum olması, uygulamada, hiçbir sanığın avukatıyla rahatça görüşemeyeceği anlamına gelir: Sıradan bir hırsız avukatıyla görüşmek için ısrarcı olursa, polis "Ha, biz şimdi suçunuzun siyasi bir yanını gösteririz. O zaman, avukatınızla görüşme hakkınız ortadan kalkar, hem de cezanız üç kat ağırlaşır" diyebilir.
Daha önemlisi; bütün sanıklara bu hak tanınırsa otomatik bir rutin kurulmaya başlar: Bir kişiyi yakalıyorsunuz, iki telefon; bir avukata, bir aileye...
İşte bunun için, Adalet Bakanı'nın iki hafta önce hazırladığı taslağın önemi çok büyük. Tasarı, Kasım ayında iktidara gelecek hükümetin bir an önce yasalaştırması gereken bir metin. Ancak, unutmamak gerekir ki, doğru dürüst bir uygulama sistemi olmadan, hiçbir yasa mağduru koruyamaz.
Kanun eksikse, uygulama kötü olur. Kanunu düzeltirseniz, biraz siyasi irade göstermiş olursunuz. Yaratıcı, aktif avukatlar da, kanun esasından uygulamayı düzelttirebilir.
* Adalet Bakanlığı yasa tasarısı
* 1 Ekim'de Adalet Bakanlığı Türkiye'deki cezaevi sisteminin sorunları açısından büyük önem taşıyan iki yasa tasarısı sunmuştur.
* Bu yasa tasarılarından ilki, Terörle Mücadele Yasası kapsamında ceza almış hükümlülerin tek başına veya küçük grup tecridinde tutulmaları zorunluluğunu ortadan kaldırmakta ve spor, eğitim ve sosyal etkinliklere katılmaları için hücrelerinden çıkma hakkı vermektedir.
* İkinci yasa tasarısı, Türkiye çapında bağımsız denetleme mekanizmaları kurulmasını öngörmektedir. Bu sistemin amacı "cezaevlerinin ve nezarethanelerin bağımsız denetlenmesini , sorunların çözümlenmesinde halkın katılımını ve bu tür kuruluşların şeffaf yönetimini sağlamaktır."
Adalet bakanlığı tecriti kabul ediyor
* Yeni yasa tasarıları, Adalet Bakanlığı'nın iki önemli prensibi kabul ettiğini göstermektedir: Bunlardan birincisi, tecritin insanlık dışı bir uygulama olduğu ve tutukluların sağlığını tehlikeye attığıdır.
* İkincisi ise, cezaevlerinin yönetim ve denetlenme biçiminin genel olarak Türk toplumunu ilgilendirdiğidir.
* Bu yeni yaklaşım memnuniyet verici bir gelişmedir. Ancak, yasa tasarısı yeterince detaylı olmadığından yüzde yüz güven verici değildir. Örneğin, tasarı, tutukluların kaç saat hücrelerinden çıkabileceklerine dair herhangi bir bilgi içermemektedir. Hücre dışında geçecek zamanlar kapsamında henüz içeriği belirlenmemiş "ıslah programları"ndan bahsedilmektedir.
* 1980 darbesini takip eden dönemde şiddet uygulanarak askeri marşların dövülerek söyletildiği ve tutukluların saatler boyu egzersiz yapmaya zorlandığı "ıslah programları" henüz ortak hafızadan silinmemiştir.
* Yeni yasa tasarısı (istisnai durumlar haricinde) bütün tutukluların, günde en az sekiz saat geniş sosyal gruplarla üretici etkinliklere katılımına da hakkı olduğunu açıkça belirtmelidir. Bu hakkin tanınması, tamamen tutuklunun herhangi bir "ıslah programı"na katılımına bağlı olmamalıdır. Tasarıda hücre dışında geçirilen faaliyetlerle ilgili kısımda, belki metinde bir yanlışlık yüzünden, tutuklu olarak yargılananlardan söz etmemektedir. (tasarı hakkındaki notlar www.hrw.org /turkey (BB/NK)
* Jonathan Sugden HWR Türkiye Masası Şefi