Bu yazıyı on beş gün kadar önce Brüksel’deyken yazmaya niyetlenmiştim. Dolu, kar, yağmur, arada açan güneş ve en kötüsü nemli, kirli havaya atıp tutarken, basiretsizlikleriyle politikacılarının da bu berbat havanın bir parçası olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Çünkü o aralar, AB’nin kuruluş ilkelerini bir kenara bırakıp, dünyadaki kan gölünde önemli sorumlulukları olan bir ülkenin yöneticilerinin önüne kırmızı halılar sermekle meşguldüler. Başlarına gelebilecekleri gözlerini kapayarak atlatabilecekleri gibi yanılsamalar içindeydiler.
Brüksel saldırıları
Brüksel’deki son saldırılar bir kez daha AB’nin bu tür işlere ilişkin doğru düzgün bir hazırlığının olmadığını gösterdi. Her ne kadar Avrupa’da egemen akıl “güvenlik” politikalarını önceleyen yaklaşımı epey zamandır benimsese de bunu da ne kadar becerebildiği ya da olanı biteni algılayabildiği şüphe götürür. Bunun birçok nedeni var. Bunları tartışmaya çalışalım.
Avrupa’da katliamlar bir güvenlik ve istihbarat zafiyeti olarak hemen tartışma konusu oldu. Evet, sorunun böyle bir boyutunun da olduğu açık. Örneğin hala AB ülkelerinin ortak bir güvenlik konsepti yok. Son olayda açığa çıkan şeylerden biri de halen ülkelerin birbiriyle istihbarat paylaşımı yapmadığını, bunda “ulusal çıkarlar”ın bahane edildiğini belgeliyor. Ulusal çıkarlar mavalının arkasında başka şeylerin saklandığı, örneğin ilgili kurumların gayri meşru işler içinde olabileceği gibi olasılıkları ister istemez akıllara geliyor.
Asıl mesele ise AB’ye egemen olan aklın Türkiye ve Ortadoğu’da olanı biteni algılamaktan bir hayli uzak oluşu. Son beş yıldır AB’nin kendi entegrasyon ve ekonomik sorunlarını çözmeye odaklamak yerine, ABD politikalarının peşine takılıp, militarist aklın egemen olduğu sürecin bir parçası haline geldikleri bir zaman dilimine tanık oluyoruz. Bir anlamda dahil oldukları post-modern savaşın zamansız ve mekansızlığı ister istemez onları da kuşattı/kuşatıyor. Lafı fazla uzatmaya gerek yok, siz savunma harcamalarını artıralım, gerisi fasa fiso deyip silah tüccarları ve NATO aklına teslim olursanız, o sorunlarıyla ilgilenmediğiniz gençler bazen bir uyuşturucu bağımlısı bazen de bir bomba olarak karşınıza çıkabilir.
Ortadoğu’ya ilişkin egemen yaklaşımsa maalesef oryantalizmden ibaret. Dünyanın bir bütün olduğunu göremeyen zafiyet her anlamda onların politikalarına damga vuruyor. Bu bakış göçmen krizi diye yanlış bir adlandırmayla tarif edilen süreçte de pekâlâ kendini açığa vuruyor. Türkiye’yi aşağı bir ülke olarak gören yaklaşım, pekâlâ onu tampon bölge diye tanımlamaktan çekinmiyor. Bu yüzden Türkiye’de mevcut iktidardan kaynaklı ciddi insan hakları, demokrasi ihlalleri yaşanıyormuş, diktatörlük kuruluyormuş bu sorun edilmeyiveriyor. Ne de olsa ikinci sınıf, onların demokrasisi de o kadar oluversin vb.
Memlekette olanı biteni iyi kötü anlamaya çalışan AP Türkiye raportörü Kati Piri’nin hazırladığı son rapor örneğinde olduğu gibi istisnai uğraşlar da ötelenmeye çalışılıyor.
Fakat işte bu mesele öyle memleket topraklarında durduğu gibi durmuyor. Doğası gereği akışkan. Erdoğan’la pazarlığa girenler mantık süzgecini bir kenara bırakıp içgüdüsel bir tarzda hareket ediyorlar. Akılları sıra kendilerini koruyacaklar. Bu halleri Hitler ve Franco karşısındaki korkak uzlaşma arayışlarını anımsatıyor. Kağıtların üzerine imza attıklarında, geriye dönüp “işte başardık” gülücüklerle normal yaşamımızı sürdürebiliriz saflığındalar. Bizim memlekette kağıtlara yazılanların, atılan imzaların, verilen sözlerin hiç bir önemi olmadığını hala anlamış değiller.
Biz bir kere daha anımsatalım. IŞİD ve benzeri organizasyonların Suriye ya da Irak’tan sonra Avrupa’ya geçiş güzergahı Türkiye. IŞİD’in bunca zaman ayakta kalmasında her tür lojistik desteği veren Türkiye. IŞİD’in işlettiği petrolü alıp satan Türkiye ve Güney Kürdistan yönetimleri. “Bombaların Brüksel’de patlamaması için bir sebep göremiyorum” diyen bir siyasetçi. E bir de geriye tecavüz, her şeyin sahtesinin üretmekte arşı alaya çıkmış, yolsuzluk, gasp ve ırkçılıkla yoğrulmuş memleketin kahir ekseriyeti kalıyor.
Bütün bunlara rağmen Avrupa’da yükselen ırkçılığın gölgesinde, Türkiye ile ticari ilişkilerimizden, kesemizden ve saadet doluymuş gibi gözüken yaşam biçimimizden vazgeçemeyiz diyorsanız, bana pek laf kalmıyor söyleyecek.
Ha bir de unutmadan, Kürtlere ait çadır ve dernekleri yakanları ve marifetlerini foto çekerek belgeleyenleri dahi görmezden gelip, hatta NATO faaliyetiymişçesine sırtlarını sıvazladığınız kişiler gelecekte sizin de “huzurunuzu bozarsa” sızlanmayın lütfen.
Çuvaldız
Öncelikle tek bir AB olmadığı gerçeğini anlamamız lazım. Nitekim AB’ne egemen politikalara karşı çıkan sol ve liberal kesimler Avrupa’da mevcut. Fakat güçlü değiller. Aynı zamanda çoğu Ortadoğu’da ne olup bittiğini anlamak yerine, Soğuk Savaş’ın klişeleriyle soruna yaklaşıyorlar. Ve sokakta AB’nin Türkiye ile girdiği insaniyetten uzak pazarlık politikalarına karşı sokakta ciddi bir muhalefet yok. Asıl sorunda burada.
Burada iş Avrupa’da yaşayan Kürt ve sol muhaliflere düşüyor. Bu yönde yürütülen çabaların sınırlı bir etkisi var. Yapılanlar da çoğu zaman diplomatik çevrelere hitap etmenin ötesine geçmiyor. Bu pozisyondan sıyrılıp asıl olarak sıradan insanları harekete geçirmenin yollarını aramak zorunlu. Bunun ilk adımıysa elbette bu tür bir arayışa girecek kesimlerin Ortadoğu -Türkiye odaklı (sanki orada yaşıyormuş gibi) düşünmeyi terketmeleriyle mümkün.
Bir kısmınıza Avrupalı sıradan insanlara bir şeyler anlatma çabası pekâlâ saçma gelebilir. Bu yaklaşımın temel zaafı dünyanın küçük ve bir bütün olduğu gerçeği görememek. Bugün yaşadığınız yerlerdeki insanların düşüncelerini değiştiremezseniz pekâlâ onların komformist hayatı sizin köklerinizin geldiği coğrafyadaki insanların yaşamını boğabilir. Nitekim maalesef öyle de. Bu tersinde de işleyen bir süreç.
Umut her yerde olmalı ki yeni bir hayat yeşerebilsin, yoksa atmosfer fazlasıyla boğucu. (AS/YY)