Türkiyenin törende salondan kaçması, Kıbrıslırumların bizi azınlık görmesi, Türkiyeye rehin bırakılmış halimiz, çözümsüzlüğü sürdüren liderlerin durumu, hepsi bir trajedi. 17 Nisanda bizim için de yeni bir dönem başlayabilir...
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan'ın iyi niyet misyonu çerçevesinde hazırladığı Kıbrıs raporu ışığında Güvenlik Konseyi de karar üretti. 1415-2000 sayılı Güvenlik Konseyi Raporu beklenildiği gibi Denktaş'ı bir kez daha Kıbrıs sorunundaki olumsuz tavrı nedeniyle eleştirdi ve mahkum etti.
Kararın en can alıcı noktalarından biri, Annan Planı'nın referanduma sunulmaması, diğeri ise Annan Planı'nın çözüm için sürdürülmesi umut edilen müzakerelerde yeniden zemin teşkil edeceğidir. Yani Annan Planı'ndan kurtuluş yoktur. Orası burası ellenebilir ama temeline, felsefesine ve dengesine dokunmak mümkün görülmemektir. Bir başka deyişle, masada olmayı sürdürecek Annan Planı, Denktaş'ın "olmazsa olmazlarına" açık değildir.
Kıbrıs faturası kesilmişti
Ola ki bir gün Türk tarafından birileri çıkar da "hadi, gelin müzakereye başlayalım" derse, bu kuralı peşinen bilmek ve benimsemek zorundadır. Güvenlik Konseyi'nin yeni Kıbrıs kararı yoruma ihtiyaç duyulamayacak kadar açık. Ama Karar'a Türk tarafının yoğun tepki ve eleştirileri var. Neredeyse B.M Güvenlik Konseyi'ne topyekün savaş ilan edilecek. Başta Denktaş olmak üzere malum statükocular koro halinde Kofi Annan'ı, Alvaro de Soto'yu, Annan Planı'nı ve Güvenlik Konseyi'ni yerden yere vurmaya çalışıyorlar.
Bu tavırlarıyla Kopenhag ve Lahey'deki olumsuz tavırlarını gizleyebileceklerini sanıyorlar ama nafile. Fatura kesilmiş, kalem kırılmıştır.
Suçlu Denktaş'tır!
Önce Kopenhag'ta daha sonra da Lahey'de kaçırılan fırsatlardan sonra artık ne yapsalar nafile. Atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti. Kıbrıs için yeni bir gün başlayacak.
Kopenhag'da Ankara-Denktaş yönetiminin AB üyeliği hediyesini alan Kıbrıslırum toplumu, AB üyeliği için bir adım daha atacak ve törenle tarihi imzasını atacaktır. Kıbrıslırum toplumu, yarınki olayı Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki en önemli tarihi gün diye nitelendiriyor.
Acaba yarınki olay Türkiye için ne anlama geliyor? Türkiye, Kıbrıs'ın garantör bir ülkesi olarak bu tarihi imza töreninde isteksiz ve aykırı bir davranış sergilemek üzere hazır bulunacak. Gerçi Denktaş Türkiye'nin bu törende hiç yer almamasını istiyor ama Türkiye, Abdullah Gül'le temsil edilmeyi kararlaştırmış görünüyor..
Türkiye "AB adayı" bir ülke. Ev ödevlerini başarıyla gerçekleştirirse 16 Nisan'da AB üyeliği için imza atacak 10 ülkeyle ayni kulübün bir parçası olacak. Bu nedenle Kıbrıslırum toplumu imza atarken salonu terk etmek ya da imza töreninde hiç görünmemek acaba siyasal teamüller ve siyaset etiğiyle bağdaşır mı?
Diyelim ki yarınki törende Kıbrıs Cumhuriyeti temsilcisi imza atar ve diğer üyelerden alkış alırken sayın Gül salonu terk edecek. Bunu da Atina'da hazır bulunacak 3 bine yakın basın mensubu önünde yapacak. TV ve radyo naklen yayınları da işin cabası.
Yarından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti temsilcileri tüm Kıbrıs'ı temsilen masada yerini alacak, görüşmelere katılacak, konuşacak, dinleyecek, kulis yapacak, oy kullanacak. Peki, Türkiye her defasında masadan kaçıp "sigara odası"na mı sığınacak?
Denktaş'ın gönlünü hoş tutmak
Türkiye bundan ne kazanacak anlamak mümkün değil.
Türkiye bu tavrı sergilemekle Denktaş'ın günlünü hoş mu tutmayı amaçlıyor yoksa derin devlet öyle mi öngörüyor? Nedeni hiç de önemli değil aslında. Bunun takdirini ise bu kararı üretenlerden çok en başta AB kurumları ve AB kamuoyu verecek. Ve çok doğaldır ki, Türkiye'nin bu tavrı AB'nin amaç ve karakterine uygun düşmediği noktasından hareketle hoş karşılanmayacaktır.
Yarından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti tüm adayı temsilen AB üyeliğine bir adım daha atacak. Hem Kıbrıslırum toplumu hem de Kıbrıslıtürk toplumu için bu tarihi gün bir burukluk taşıyor. Çözümlenmemiş bir sorunla AB'ye katılmak, istenen bir şey değildi. Bu nedenledir ki konuya taraf olanlar şu veya bu şekilde sıkıntıya girecektir. Ama sanırız en büyük sıkıntıyı yaşayacak olan Türkiye'dir.
Türkiye 17 Nisan'dan itibaren AB toprağı sayılan Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarında "işgalci" sayılacaktır. Bunu AB yetkilileri defalarca dile getirmiştir. Bundan da ötesi Türkiye'ye yönelik davalarda da artış görülecektir. Kıbrıslıtürk gençliğinin bir süreden beri "Türkiye bu coğrafyadan sorumludur" sloganıyla başlattığı uyarı kampanyası önümüzdeki sürece ağırlığını koyacak sanırız.
Türkiye 70 milyonluk büyük bir ülke. Ama AB de 445 milyonluk bir ülke. Kimin kime baskı yapacağını ve kimin baskısının daha ağır sonuçlar doğuracağını kestirmek için kahin olmak gerekmez.
Yani neresinden bakarsanız bakınız yarından sonra yaşanacak süreç Türkiye için kolay olmayacak.
Biz Kıbrıslıtürk toplumu bu süreçten yara almadan ayakta kalmayı başarmak zorundayız. Kolay olmayacak tabii. Bir taraftan toplumdaki statükocuların tehdit ve pislikleri, diğer taraftan Kıbrıslırum toplumunun Kıbrıslıtürk toplumuna "azınlık" gözüyle bakması. Buna bir de Türkiye'nin rehini olma konumumuzu eklersek, durumumuz kelimenin tam anlamıyla trajik mi trajiktir.
Ama doğan her güneş yeni umutları ve yeni olanakları da beraberinde getirir.
O nedenle yarından sonraki güne yeni bir şevkle sarılmak zorundayız. Ne de olsa, yarından sonraki kimliğimiz Avupalı Kıbrıslıtürk'tür.(NK/BB)
bianet’in cumartesi eki biamag’ın editörlüğünü bu hafta Hikmet Adal üstlendi. Yazılarımızı okurken bir yandan tarihin derinliklerine dalacak, bir yandan da günümüz dünyasının sosyal ve politik meseleleri üzerine düşüneceksiniz.
📌 Rosalino Levantino, İtalya’nın faşist tarihine ve komünist direnişine dair iki film üzerinden karşılaştırmalı bir analiz sunuyor. D’Annunzio’nun faşizan hayalleriyle Berlinguer’in demokratik sosyalizm mücadelesini anlatan filmleri incelerken, geçmişten günümüze siyasi mücadelelerin izini sürüyor.
📌 Ertuğrul Kürkçü, Sevim Belli’yi ve onun kuşağının sosyalist mücadelesini anıyor. Türkiye sosyalizminin önemli figürlerinden biri olan Belli’nin mirasını ve onun temsil ettiği değerleri gözler önüne seriyor.
📌 Tarık Yüce, Merve Özcan’ın stand-up sahnesine taşıdığı “Berbat Bir Anne” performansını değerlendiriyor. Toplumsal cinsiyet rollerine ve annelik mitlerine cesurca meydan okuyan bu performansın “kuir” bir anlatı sunduğunu anlatıyor.
📌 Evrim Deniz, Yaşar Kemal’in gazeteciliğini, röportajcılığını ve toplumun meselelerine nasıl ışık tuttuğunu anlatıyor. Kemal'in ölüm yıldönümünde “röportaj bal gibi edebiyattır” sözünden yola çıkarak, onun halkın sesini duyurma çabasını irdeliyor.
📌 Diyar Saraçoğlu, “Cybernetic Circulation Complex: Big Tech and Planetary Crisis” adlı kitabın özet çevirisini sunarak büyük teknoloji şirketlerinin dünyayı nasıl şekillendirdiğini ve bu sürecin kapitalist krizlerle nasıl iç içe geçtiğini tartışıyor.
📌 Nurullah Kılınç, İhsan Nuri ve Yaşar Hanım’ın aşkını anlatıyor. Bir komutan ve aşkı uğruna her şeyi göze alan bir kadının sürgünler ve savaşlarla şekillenen hikâyesine tanık olacaksınız.
📌 Beyza Gündüz, The Guardian’a yazan romancı Monique Roffey "ilk görüşte aşk" mitini sorguladığı yazını çevirdi. Roffey psikoloji ve edebiyat üzerinden yaptığı analizle, aşkın bilinçaltımızdaki kodlarla nasıl şekillendiğini tartışıyor.
📌 Yusuf Serdar Esen, çocukluğundan bugüne kâğıttan gemiler yapmanın metaforunu kullanarak dostluk, hayaller ve yaşamın engin sularında yol almayı anlatıyor.
📌 Şeyhmus Diken, Yaşar Kemal’in barış çağrısını hatırlatarak Abdullah Öcalan’ın mektubunu yorumluyor. Yaşar Kemal’in “Sözüm sizedir” diyerek yaptığı çağrının, bugünkü karşılığını gündemine alıyor.
📌 Burak Sarı, yapay zeka ve sağlamcılığı ele alıyor. Yapay zekanın sağlamcılıları bir kez daha ideolojik olarak yenilgiye uğrattığını söyleyip bir temennide bulunuyor. Belki bir gün onu sağlamcılara anlatabilecek bir yolda bulur.
📌 Evrim Kepenek, barış sürecinde toplumların zihinlerdeki önyargıları nasıl aşabileceğini film önerileriyle anlatıyor.
“Öcalan’ın çağrısı, yeni çatışma koşullarına göre bir yenilenme çağrısı”
Abdullah Öcalan'ın PKK’ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısını gazeteci Ali Ergin Demirhan’la konuştuk. Demirhan’a göre Kürtlerin Ortadoğu’daki pozisyonu ve Türkiye içindeki demokratikleşme süreci kritik faktörler olarak öne çıkıyor.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile gerçekleştirdiği üçüncü görüşmenin ardından, dün (27 Şubat) İstanbul’da bir açıklama yaptı.
Açıklamada, Öcalan’ın Kürt sorununda çözüm arayışlarına dair yaptığı çağrı da yer aldı.
DEM Parti tarafından "Asrın Çağrısı" olarak duyurulan açıklamada, Öcalan, PKK’ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısında bulundu.
Öcalan’ın çağrısını, Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından izleyen sendika.org editörü Ali Ergin Demirhan ile konuştuk.
Abdullah Öcalan’ın çağrısından sonra yapılan yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz ve çağrıyı siz nasıl okuyorsunuz?
Öcalan’ın çağrısından sonra sosyal medyada yankı bulan tepkiler ya da televizyonda gördüklerimiz, gazetecilerin sahadan aktardıkları –ister destekleyici ister eleştirel olsun– çoğunlukla duygusal tepkiler olarak öne çıkıyor. Ancak Öcalan’ın açıklamasını ve sonrasında yaşanan somut gelişmeleri değerlendirmenin, olayları daha sağlıklı analiz etmek açısından daha doğru bir yaklaşım olacağı kanaatindeyim. Öcalan’ın açıklamasında, bugüne kadar Kandil, Rojava, Avrupa ve Türkiye’deki Kürt hareketi adına yapılan açıklamalarla çelişen bir unsur yok. Açıklamanın bir ulusal hareket liderinin dilinden tamamen uzak olduğunu söylemek yanlış olur.
Öte yandan ise açıklamanın tavizkâr bir tınısı olduğu da çokça konuşuldu. Bu aşamada da şunu gözden kaçırmamak gerekiyor: Öcalan'ın kendisi de 1999 yılından beri “Ben devletin elinde rehinim, tecrit koşulları sürüyor” diyerek bunu Kürt halkına ve bizlere ekseriyetle hatırlattı. Elbette bugün de, bu açıklamayı, Öcalan’ın içinde bulunduğu koşullara göre değerlendirmek gerekiyor.
PKK’nin ortaya çıkışına neden olan tarihsel koşulların değiştiği, mücadelenin yöntem, saha, muhataplar ve uluslararası denklemler açısından farklılaştığı da yeni bir olgu değil. Açıklama sıradan bir metin değil; dolayısıyla içinde bulunduğumuz güncel siyasi ve askeri bağlam içinde değerlendirmesi gerekir. Önemli olan da bugünkü çatışma zeminini ve müzakereleri mümkün kılan koşulları belirlemek. Bu noktada Türkiye’deki, Kürt hareketindeki ve genel olarak bölgesel ve uluslararası ölçekteki dengelerin nasıl değiştiğini görmek gerekiyor.
2013-2015 Çözüm Süreci ile bugünün benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir?
2013 yılı Türkiyesi’nde AKP, sadece iktidarda olan bir parti değildi, bir yanıyla da toplumsal ve siyasal hegemonya kurmuş bir yapıydı. Cemaat’le yaşanan ayrışmalara rağmen, devlet içinde kontrolü elinde bulunduran ve Anayasa değişiklikliğiyle Türkiye’yi kendi siyasi ajandasına uygun bir noktaya taşımayı hedefleyen bir güç konumundaydı. Ancak, Gezi Direnişi ve Kobanî süreci gibi gelişmeler, bu toplumsal desteği önemli ölçüde aşındırdı. Temmuz 2015’te savaşın başlaması, sadece askerî bir süreç değil, aynı zamanda bir sivil darbe girişimiydi. O dönemde Kılıçdaroğlu’na hükümet kurma yetkisinin verilmemesi de bu sürecin bir parçası. Bugün ise Türkiye’de siyasi atmosfer çok farklı bir noktada. AKP’nin geleceği, Türkiye’nin geleceği demek değil. Şu an Türkiye’nin birinci partisi CHP örneğin.
Uluslararası konjonktür de değişti. 2013’te Türkiye, Suriye’de rejim değişikliğini hedefleyen ABD’nin en önemli ortaklarından biriydi. Ancak AKP’nin desteklediği gruplar savaşta başarısız oldu ve Türkiye, ABD destekli cihatçı grupların yenilgiye uğramasıyla stratejik bir kayıp yaşadı. Buna karşılık, Kürt hareketi, özellikle Rojava’da, uluslararası destek anlamında güç kazandı. ABD ile kurulan askeri ve siyasi ilişkiler, Kürtlerin bölgedeki statü mücadelesini farklı bir noktaya taşıdı.
*Ali Ergin Demirhan
Özellikle Gazze’de 7 Ekim 2023’te başlayan savaşın ardından bölgesel çatışmaların İran’a doğru yayılma ihtimali artmış durumda. Bahçeli’nin ve onun arkasındaki siyasi güçlerin Öcalan’a bu çağrıyı yapması ya da yapmak zorunda kalmaları da yeni jeopolitik gerçeğin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Öcalan’ın çağrısı, mevcut çatışmaları sona erdirmekten çok, yeni dönemin dinamiklerine uygun bir örgütlenme ve konumlanma önerisi sunuyor. Bu bağlamda açıklamayı “bir dönemin sonu” olarak değil, yeni çatışma koşullarına göre bir yenilenme çağrısı olarak görmek gerekiyor.
Öcalan’ın mesajlarını, birebir kelimeler üzerinden değil, Kürt hareketinin farklı bileşenlerinin nasıl yorumladığını ve bu yorumların pratikte nasıl karşılık bulduğunu da dikkate alarak okumak gerekir. Öcalan, 1999’dan bu yana cezaevinde olmasına rağmen, verdiği mesajlar Kürt hareketi içinde stratejik bir çerçeve sunuyor. PKK’ye silahsızlanmak için kongre toplama çağrısı da bu süreçle bağlantılı. Öte yandan Karayılan’ın, silahsızlanmanın hemen gerçekleşmeyeceğine dair açıklaması da bunun zaman alacak bir dönüşüm olduğunu gösteriyor.
“Eski stratejiler artık geçerliliğini yitirdi”
Bu dönüşümün handikapları yok mu?
Evet, PKK kendini feshedebilir; ancak Kürt hareketi, örgütleri feshedip yeni yapılar kurabilen, hareket sahasını değiştirebilen ve sadece tek bir ülkeyle sınırlı olmayan bir yapıya sahip. Önceliklerini değiştirerek varlığını sürdürebilen bir hareket.
Elbette birkaç temel handikap söz konusu. İlki, uluslararası konjonktürde ABD emperyalizmi ve onunla hareket eden saldırgan güçlerin sınırlandırılması gerektiği gerçeği. ABD, Suriye’de belirli bir noktaya kadar geldi; ama sonra geri çekildi. Rejim ise çözülme sürecine girdi. İran liderliğindeki Direniş Ekseni de eski etkinliğini kaybetti ve artık İran da hedefte. Bu koşullarda Kürt hareketini kuşatan uluslararası ve bölgesel güçlerin tamamı, karşılarında dengeleyici bir güç olmadan hareket ediyor.
Uluslararası siyasette eski stratejilerin artık geçerliliğini yitirdiğini görüyoruz. Kürt hareketinin küresel dengeler içerisinde nasıl konumlanacağı önemli bir soru işareti. ABD’nin kendi çıkarlarına göre hareket ettiği açık ve bunu tamamen Kürt hareketinin lehine veya aleyhine olacak şekilde değerlendirmek yanıltıcı olur. Hareketin uluslararası dengeler karşısında nasıl bir pozisyon alacağını, toplumsal gerçekliği göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerekiyor. Burada siyah-beyaz bir okumadan kaçınılmalı; çünkü hâlâ çatışmalı bir süreç söz konusu.
Öcalan’ın kendi el yazısıyla kaleme aldığı çağrı metni, Fotoğraf: MA
Uluslararası konjonktür açısından ABD-İsrail cephesi ile İran ekseni arasındaki gerilim sürecek. Kürt hareketi de bu çatışmanın bir tarafında konumlanmaya zorlanacak. Ancak bugüne kadar olduğu gibi, bu konumlanma mutlak bir bağlayıcılığa sahip olmayabilir. Kürt hareketinin ABD ile kurduğu askeri işbirliğinin niteliği önemli bir konu. Bu işbirliği konjonktürel bir ittifak mı, yoksa uzun vadeli bir ilişki mi? Kürt hareketi, ne HTŞ ne de Suriye Milli Ordusu gibi vekil bir güç. Hareket, ulusal çıkarlarını koruyarak uluslararası baskıyı dengeleme stratejisi yürütüyor.
İkinci önemli mesele, Türkiye içinde demokratikleşme süreci ile ilgili beklentiler. Demokratikleşme sağlanmadan çözüm sürecinin ilerleyemeyeceği açık. Ancak mevcut rejim koşullarında böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Bu nedenle çağrı metninde bu meseleye doğrudan yer verilmemiş olabilir. Devletin bu konudaki tutumu belirleyici olmuş olabilir; ancak bu, Kürt hareketinin bu durumu göz ardı ettiği anlamına gelmiyor. Aksine, bu durum bir çatışma eksenine de işaret ediyor. Çağrı metninde yer almayan; ancak bize not olarak iletilen şerhe, devletin izin vermediği söylenebilir. Bu ve benzeri işaretler hem çatışmanın hem de demokrasi mücadelesinin süreceğini gösteriyor.
“Tüm barış süreçleri kanlıdır”
Çatışmanın süreceğine ilişkin işaretler söz konusu mu?
Burada çatışmanın sertleşeceğini beklemek yanlış olmaz, hareketin hem silahlı hem de siyasi kanadına yönelik saldırıların artması muhtemel. Tüm barış süreçleri kanlıdır. Burada kritik olan ise şu: Kürt hareketinin iktidara “eklemleneceğine” dair duyulan kaygılar, sürecin nesnel çelişkilerini göz ardı eden bir bakış açısına neden olabilir. Çünkü burada öznel niyetlerden bağımsız olarak nesnel bir çelişki söz konusu. Bu tür konjonktürlerde beklentilerin yükselmesi veya hayal kırıklıklarının yaşanması doğaldır. Benzer durumu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde, Irak’ın işgali sırasında ve 2013’teki Çözüm Süreci’nde gördük. O dönemde de sağ-liberal eğilimler güç kazandı ve devletle uzlaşmayı öneren pragmatik yaklaşımlar cesaretlendi.
Ancak az evvel de dediğim gibi, süreci yalnızca siyah-beyaz bir okuma ile değerlendirmek doğru değil. Mevcut durumu, tarihsel bağlamı içinde ele almak gerekiyor. Öcalan yıllardır ateşkes çağrıları yapıyor. Bugün gelinen noktada savaşın biçimi değişmiş durumda. Türkiye’de halk savaşı stratejisi güdülmüyor; ancak savaşın araçları ve öncelikleri değişti. Savaş tamamen ortadan kalkmıyor, aksine daha sert toplumsal, siyasal ve silahlı mücadelelerin eşiğinde olduğumuzu gösteren veriler var. Öcalan’ın çağrısını, hareketin yeni koşullara göre kendini yeniden yapılandırması şeklinde okumak gerekiyor. Burada Rojava önceliği dikkat çekiyor.
Türkiyeli sosyalistler bu çağrının neresinde?
Türkiye’de siyaset yapan sosyalistler açısından öncelikli olmayan bazı meseleler, Kürt hareketi için öncelikli olabilir. Bu nedenle, hareketin politikalarını değerlendirirken onun nesnelliğini kaçırmadan, daha sağlıklı bir şekilde okumak gerekiyor. Ortadoğu’daki yeni durumu eski teorik ezberlerle okumak mümkün değil. Şu an taraf tutma veya karşı taraf olma gibi yaklaşımlar yerine, gelişmeleri ulusal ve uluslararası sınıf mücadelesi perspektifiyle değerlendirmek önemli.
Sonuç olarak, Öcalan’ın çağrısı, hareketin yeni koşullara uyum sağlaması ve değişen dengeleri göz önüne alarak konumlanması gerektiğini vurguluyor. Ve Kürt hareketi, metinler üzerinden değil, doğrudan sahadaki gerçeklik üzerinden hareket ediyor. Bu nedenle, neredeyse her gün savaşın doğası değişirken, bölgedeki dinamikleri anlamadan yapılan her yorum eksik kalacaktır. Kürt hareketi, uluslararası dengeleri değerlendirerek hareket etmek zorunda ve bu denge ne sosyalist hareketin tam olarak yanında ne de mutlak bir karşıtlık içinde. Bu farklılıkları düşmanlık üzerinden değil, karşılıklı olarak anlamlandırmak gerekiyor. (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.