Geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiğim iki haftalık Viyana seyahati bolca gezmek, görmek ve eğlenmek planlarıyla başladı.
Bahçeşehir Üniversitesi'nden on beş kişilik bir öğrenci grubu olarak yola çıktığımız bu gezinin asıl amacı aslında Viyana Diplomat akademisi bünyesinde, bir yaz okulu programı çerçevesinde AB ve Türkiye ile ilgili konun uzmanlarından dersler almaktı.
"Fark" üzerine...
Akademinin yoğun programı ise gezmek ve eğlenmekle ilgili planlarıma pek zaman bırakmayacak yoğunluktaki bir ders programıyla başladı.
Doğudan ve batıdan başka birçok ülkeden de öğrencilere ev sahipliği yapan akademi 2 hafta boyunca daha fazla yorulmama ama aynı zamanda daha fazla eğlenmeme zemin hazırladı.
Bu iki haftalık Viyana gezisi birçok yönden aklımdaki “fark” sözcüğünün içini doldurmamı sağladı.
Sadece akademide verilen dersler değil, Viyana'da sokakta gördüklerim, duyduklarım ve hafızamda Türkiye'yle ilgili canlandırdıklarım da yardım etti fark sözcüğünü daha iyi kavramama.
Programın ilk günü eğitmenlerin, Avusturya tarihini anlatarak işe koyulmaları, eminim size tanıdık gelmiştir.
Her fırsatta tarihimizi anlatmaya pek meraklı olan bizlerin aşina olduğu bu durumun onlarla farkı ise Hofburg ve Osmanlı ailelerini anlatma şekli olabilir.
Osmanlının ilk padişahlarından başlayarak zaferlerimizi sıraladığımız, yenilgileri çaktırmadan atladığımız bir tarih anlatışı, yabancılar tarafından pek istekle dinlenmeyebilir. Oysa ki daha objektif bir anlatım, üç saatlik aralıksız bir dersi bizim gibi pür dikkat dinlemenizi sağlayabilir.
Kendinizi dinletebilmek gibi büyük bir avantajı Türkiye-AB ilişkilerinin anlatıldığı derslerde de kullanan eğitmenlerimiz, Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili duymaya alışık olduğumuz bahaneler yerine, ders sonunda arkadaşlarla çözüm üretmeye çalıştığımız daha farklı sorunlara dikkatimizi çektiler.
Öncelikle kabullendikleri bir gerçek var ki, Türkiye'nin hayli fazla olan nüfusu, AB parlamentosunda Türkiye'ye, büyük oy hakkı kazandıracak ve Fransa, İspanya, İngiltere gibi hatırı sayılır ülkelerin nüfus avantajını elinden alacak.
İşaret ettikleri bir başka nokta ise AB üyesi olmamızla birlikte Türkiye'nin sınır komşularının, AB ülkelerinin de sınır komşusu olacağı.
"Niçin Türkiye ve AB yan yana gelemez?"
Sınır güvenliği konusunda daha fazla hassasiyet gerektirecek olan bu durum, AB vatandaşlarının endişe ettikleri başlıca konulardan biri. Ortadoğu'da sürmekte olan savaş ise bu endişelerin pek de yersiz olmadığını gösteriyor.
"Niçin Türkiye ve AB yan yana gelemez?" sorusuna eğitmenlerin verdikleri yanıtlar arasında beni en çok tatmin edeni "kültür farklılıkları" oldu.
Ne demek istediklerini ise Viyana'da etrafınıza biraz daha dikkatli bakarken aklınızdan İstanbul'u geçirdiğinizde daha iyi anlıyorsunuz.
Bir köşede duran fakat uymaya pek alışık olmadığımız, zamanla unuttuğumuz birçok kuralı hatırlamak ve onlara uymak zorunluluğu gördüğümüz ilk farklılık oluyor.
En basit olarak trafik kuralları bile ilk günlerde bizi bir hayli zorluyor. Zamanlama konusunda da anlayışların çok farklı olduğunu ilk hafta sonunda yine geç kaldığımız bir randevuda rehberimizin artık bizi beklemeye alıştığını söylemesi üzerine anlıyorum.
Özgüveni gelişmiş bireyler
Kendi kararlarını verebilme yetisine sahip Türkiye gençlerinden farklı olarak bu kararları uygulamalarına da fırsat tanınan Avrupa gençliği zamanla, düşünme, eleştirme ve öğrenme yeteneğini geliştirirken, Türkiyeliler karar verebilme ve düşünme yeteneğini kaybediyor.
Bunun yanında, zaten özgür düşünme yetisi ilkokuldan başlayarak iş yaşamına kadar tamamıyla yok edilmiş olan Türkiyeli gençlere özgür dolaşabilme fırsatı da tanınmıyor.
Vize işlemleri sırasında ya da pasaport kontrolünde önlerine çeşitli zorluklar konan pek çok arkadaşım değişik ülkelere giderek kendi kültürünü tanıtma ve farklı kültürleri tanıma şansının ellerinden alındığını düşünüyor.
Oysa sırtına çantasını alarak istediği ülkeye rahatça gidebilen Avrupa genci bu sayede kişiliğini ve özgüvenini geliştirebiliyor.
Bu gençlerin bize biraz garip gelen rahat tavırlarının, kendilerine olan bu güvenin nereden geldiği sorusuna da yanıt buluyorum böylece.
Bu güvenin onlara yeni şeyler deneme cesareti vermesi giydikleri kıyafetlerden, eğitimlerine kadar birçok alanda farklılık yaratabilmelerini sağlıyor.
Bana göre Türkiyeli gencin cesareti ise çok farklıdır Avrupalıdan.
Daha sıcak ve orijinaldir bu cesaret, nereden geldiği ise bilinmez!
Bu cesaretle girişilen sistemsiz ve rasgele bir işin sonucu ise daha büyük coşkuyla kutlanır burada. Kıskanılan bir coşkuyla.. Bu coşkuya renk katan şeylerden biri olarak yemekleri gösterebiliriz. Yemeklerimizin lezzetli olduğunu kanıtlamak için de Viyana'da sıkça rastlayabileceğiniz Türkiye lokantalarının Avusturyalılardan oldukça ilgi gördüğünü söyleyebilirim.
Bahsettiğim coşkunun bir örneği olarak da, Stephansplatz meydanın ortasında yine o orijinal cesaretimiz sayesinde, acemice bir flemenko gösterisi sergileyen iki arkadaşımızın ve onlara tempo tutan bizlerin bir anda çevremize kalabalık bir seyirci kitlesi toplayabilmemizi, yanı başımızda profesyonelce bir gitar dinletisi sunan müzisyenden daha çok ilgi çekebilmemizi gösterebilirim.
Bu coşkunun olmasını sağlayan şey ise her şeye rağmen hiçbir zaman içimizde bitmek bilmeyen o enerjinin varlığı sanırım.
O enerji ki, 24 saat boyunca genç yaşlı herkesi telaş içinde bir yerden bir yere bıkmadan koşturabilir. Ve o aynı enerjinin Avrupa'da olmayışı, havanın kararmasıyla birlikte Viyana sokaklarının sessizliğe bürünmesine, saat sekizden sonra açık restoran ya da mağaza bulamamanıza neden olabilir.
Bu coşkuyu destekleyen bir unsur da içinde olduğumuz için fark etmekte zorlandığımız ama uzaktan bakıldığında kolaylıkla görülebilen kolektif yapımız.
Büyük ve kenetlenmiş bir aile yapısının oldukça yaygın olduğu Türkiye'de hoşgörü, misafirperverlik, yardımseverlik gibi pek takdir edilen ve bu coşkuya katkıda bulunan özelliklerimizin oluşması işte bu aile yapısının bir sonucu olabilir.
Buna karşılık oldukça bireysel olan, büyük aile kavramına ise pek aşina olmayan Avrupalı bu coşkunun enteresan bir durum olduğu kanaatine varıyor.
"Biz Müslüman onlar Hıristiyan"
Peki "Avrupalılar ve Türkiyelileri yan yana koyduğumuzda birbirine en uzak duran iki kutup nedir?" diye sorduğumuzda eminim herkesin aklına gelecek ilk cevap "Biz Müslümanız onlar Hıristiyan " olacaktır.
Aslında iki zıt kutup değil de birçok ortak noktası olduğunu düşündüğüm bu iki kavram Avrupa ve Türkiye arasında, dolaylı yoldan daha başka bir farklılığa yol açıyor.
Bahsettiğim farklılık İslama ve Hıristiyanlığa hayatlarımızda yer verme şekillerimiz.
Sadece Pazar ayinlerine katılarak hayatlarında dine yer ayıran çoğu Avrupalının aksine biz sokakta, okulda, mecliste dini tartışacak tek konu haline getiriyoruz.
Ortaçağ sonlarında Hıristiyanlıkla ilgili çelişkileri büyük ölçüde halletmeyi başarmış olan Avrupa devletleri bugün gündelik hayatlarında dini gittikleri her yere taşımak zorunda değiller.
Türkiye'de ise durum daha farklı. Bana göre, daha üzerinde karar verilmesi gereken birçok konunun varlığı gündelik hayatlarımızı dinden soyutlamamızı mümkün kılmıyor.
Karar verilmesi gereken o konuları olgun bir şekilde tartışamıyor oluşumuz ise Avrupa ve Türkiye'yi bir kez daha ayırıyor. Bu konuda Avrupa'ya baktığımızda ise "inançlı olmanın marifet inançsız olmanın suç" olarak algılanmadığı bir toplum düzeni yaratmayı başarmışlar.
Belki de bu nedenle daha az gergin, daha az keskin bir tartışma atmosferini de oluşturabiliyorlar. Eğitmenlerimizden Ron Bosrock'un bir dersinde Voltaire'den yaptığı alıntı "sizinle aynı kanaatte değilim ama fikrinizi savunmanız için canımı bile feda edebilirim" bence çoğu Avrupalının benimsediği ve bu tartışma atmosferinin oluşmasını sağlayan bir görüş.
Tekrar Viyana sokaklarına bakacak olursak büyük bir marka haline getirilen Mozart, şehrin her köşesinde karşınıza çıkıyor.
Girdiğiniz her dükkanda satılan Mozart çikolataları ve hediyelik eşyaları, metro istasyonlarında bulunan tuvaletlerden bile duyabileceğiniz klasik müzik, adım başı satılan opera biletleri, sokağın bir köşesinde piyano dinletisi sunan kadın ve öteki köşesinde çaldığı kemanla sizi 1700'ler Viyana'sına götüren erkek, Avusturyalıların ünlü müzisyenlerini nasıl bir simge haline getirdiklerini, ölümünden 200 yıl sonra bile onu nasıl hissedip yaşattıklarını anlatıyor adeta.
Coşku ve enerji
Bunu fark ettiğim sıralarda aklıma gelen Fazıl Say ise eserlerine sansür uygulanan, karşıt bir görüşü nedeniyle yargılanan ya da dışlanan, ülkesini terk etmek zorunda bırakılan ya da bunu istemek durumunda kalan sanatçılarımızdan sadece biri.
Düşünceye, yaratıcılığa ve sanatçıya olan bakışın Avrupa'da ve Türkiye'de farklı olduğunun en açık göstergesi bu örnek sanırım.
Viyana'ya geldiğimiz ilk gün akademinin müdür yardımcısı Herr Reiweger herkese önümüzdeki 2 haftadan beklentilerini sormuş, ben de "Türkiye’ye ve AB üyeliğine olan farklı bakış açılarını görmek" cevabını vermiştim.
Gerçekten de ikinci haftanın sonunda gördüğüm farklı bakış açıları benim de konuya bakışımı değiştirdi.
Gözlemlediğim bu farklılıklar ise, "Türkiye ve AB neden yan yana gelemez?" sorusuna daha farklı cevaplar vermemi sağladı.
Gezi sonunda Viyana’nın düşündüğümden daha soğuk, daha küçük, daha yalın olduğunu gördüm. Sistemli ve düzenli bir biçimde inşa edilmiş olan şehir, ilk anda sizi büyülese de ikinci haftanın sonunda gizemini yitiriyor.
Her adımda farklı bir şehir olarak gördüğünüz İstanbul ise her köşesini ilk siz keşfediyorsunuz izlenimi uyandırıyor insanda.
Bence anlatması ve anlaşılması daha zor olan Türkiye’nin, yarattığı bu karmaşık düzen bir yerlerden kopup dağılacakmış havası verse de, bahsettiğim o coşku ve enerji aynı anda daha sıkı düğümler atıyor sanırım üstümüze, dağılmamızı önleyen.
Viyana mimarisi örnek alınarak inşa edilmiş olan Beyoğlu’nun her gün Viyana’dan daha fazla insanı ağırlaması da aynı coşku ve enerjinin eseri olabilir. (EY/EZÖ/NZ)