Ancak, yine öyle görülüyor ki, AB güçlü ve etkili bir Türkiye'yi, dahası amerikancı bir ülkeyi istemiyor. Ekonomik ve askeri gücü, doğal potansiyelleri ve kalabalık, fakir, dinamik ve "saldırgan" nüfusuyla maliyeti yüksek olacak bir ülkenin daha inşa aşamasında AB'yi paralize etmesinden korkuluyor. Özellikle Fransa ve Almanya, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) İngiltere ve Türkiye üzerinden AB'yi bağımsız bir politik, askeri ve ekonomik güç olmaktan çıkaracağından korkuyor.
Bu korku haksız değildir. NATO'nun Haziran 2004'te yapılan İstanbul zirvesinde belirlediği yeni tehdit değerlendirmesi, Soğuk Savaş artığı bu askeri paktın hem ömrünü uzatmasını hem de ABD denetiminin devam etmesini sağlamıştı. Bilindiği gibi, NATO zirvesinde yeni tehdit algılaması "küresel terör" gibi son derece belirsiz, soyut ve hatta komik bir kavram üzerinden belirlenmişti. Komik bir değerlendirmeydi çünkü, dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüne sahip ülkelerinin oluşturduğu bir askeri pakt, var olduğu bile şüpheli, en fazla çorak Afganistan dağlarına sıkışmış bir örgütle simgelenen "gücü" baş tehdit olarak belirlemişti. Bu yaklaşım, küresel Amerikan saldırganlığının gerekçesini oluşturan "uyduruk" bir gerekçeden başka bir şey değildi.
İşte bu korku nedeniyle Avrupa, son günlere kadar Türkiye için ağırlaştırılmış koşullarla bir müzakere takvimi vermeyi tasarlıyordu. Bu koşullardan oluşan fotoğrafa bakıldığında ise, bunun tam üyelikten çok ikinci sınıf bir üyelik, yeni AB terminolojisiyle söylersek "güçlendirilmiş ortaklık" anlamına geldiği açıkça görülüyordu.
Bu yaklaşım, hem Türkiye'yi kaybetmekten hem de tam üye olarak içine almaktan korkan AB'nin kararsız, şaşkın ve fakat temkinli tutumunu çok iyi yansıtıyordu. AB bu tutumuyla süreç içinde Türkiye'yi ABD'den uzaklaştırmayı deneyecek, Kıbrıs gibi stratejik önemi büyük bir etkinlik alanını Ankara'nın elinden almayı planlayacak, daha da önemlisi bu ülkenin gücünü kabul edilebilir sınırlar içine çekmeyi hedefleyecekti.
Avrupa, bu hedeflerden vazgeçmiş değil. Ama, son haftaya girilirken çekirdek AB ülkelerinin geri adım atmaya başladığı gözleniyor. Zirve yaklaşırken AB'nin koşulları yumuşattığı ve böylece Türkiye'den gelecek sürpriz bir "hayır" yanıtını önlemeye çalıştığı anlaşılıyor.
Bu son gelişmede, bu hafta Ankara'da üst üste yapılan "devlet zirvesi" kararlarının etkili olduğu görülüyor. Bilindiği gibi, Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer'in başkanlığında yapılan toplantılarda; ucu açık, yani tam üyelikle sonuçlanmayabilecek müzakere süreci, Kıbrıs şartı ve "imtiyazlı ortaklık" gibi ikinci sınıf üyelik önerilerinin kabul edilmeyeceği ilan edildi. AB'nin 17 Aralık zirvesinden önce ilan edilen bu tutum, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Ankara ziyaretinden de güç alan, hem AB ile hem de ABD ile mesafenin açılabileceği mesajını veren bir çıkıştı. Bu çıkış, Avrasya'da güç dengelerinin değişebileceği işaretini vermesi bakımından da ilginçti.
Bu işaret, Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın iki yıl önce Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada çizdiği perspektife son derece uygundur. Kılınç'ın bu konuşmasına "kabus senaryosu" diye zamanında saldıran ufuksuz Avrupacı ve amerikancı çevre ve kalemlerin sıkletten düştüğünü anlatan bundan daha dramatik bir örnek var mıdır bilemiyorum.
Gelelim Türkiye restinin en önemli boyutuna; Ankara'da yapılan "devlet zirvesi" Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin iktidar alanın daraltılmasıyla sonuçlanmıştır. Çünkü AKP hükümeti; AB zirvesinde "kabul edilemeyecek koşullar" konulduğunu görünce, bugüne kadar Avrupa sopası ile sindirdiği ve gerilettiği güçlere sığınmak zorunda kalmıştır. Değilse, bütün hükümeti yitireceğinden korkmuştur. Dolayısıyla bu tutum kaçınılmaz olarak AKP'nin iktidar alanının daralmasıyla sonuçlanacaktır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın son günlerde Avrupa'ya efelenmesinin nedeni budur.
Ancak, yine de Brüksel'de yapılacak AB zirvesinde Türkiye'nin önüne konulacak koşullar, AKP hükümetinin kabul etmekten korkacağı kadar ağır olabilir. Bu durumda hükümetin önünde iki seçerek vardır; birincisi "gözünü karartarak" koşulları kabul etmek; ikincisi de "hayır" demek. İki durumda da Türkiye'nin son dönemde oluşan ve kararsızlık halindeki iç politik dengelerin değişmesi kaçınılmazdır. Dengelerin değişmesi AKP hükümetinin kaderini de etkileyecektir.
Diğer taraftan, ucu açık bir müzakere süreci ve işgücünün serbest dolaşımının kalıcı olarak engellenmesinin kabulü her halükârda AKP'nin iktidar dayanaklarından birini (AB sopasını) elinden alacaktır. Bu nedenle 2005 yılı her türden siyasal sürprizlere açık olacaktır. (MY/BB)