Slovenyanın Avrupa Birliğine girişinden aylar önce, bir yabancı gazetecinin Slovenyanın Avrupaya katacağı yeni boyut nedir, sorusuna, cevabım çok kesin olmuştu: Hiçbir şey!
Ulusal kültür
Sloven kültürünün şöyle bir takıntısı vardır: Küçük bir ulus olabiliriz ama kültürel bir süpergücüz. Dünyanın pek çok yerinde henüz bilinmeyen saklı ve mahrem bir kültürel başyapıtlar hazinemiz, bazı agalmalarımız(*) var. Kimbilir, bu hazine belki de, Fellininin Romasındaki harika sahnedeki, günışığına çıkar çıkmaz solmaya başlayan eski Roma freskleri gibi uluslararası rekabetin taze havasıyla temasa gelemeyecek kadar narin olabilir. Kendini beğenmenin bu biçimi, sadece Slovenlere özgü değil. Bütün Doğu Avrupada bunun değişik versiyonları var: Biz demokrasiye daha çok değer veriyoruz, çünkü, demokrasi bize bahşedilmedi, yakın zamanlara kadar demokrasi için savaşmak zorundaydık; ucuz Amerikan kitle kültürü tarafından yozlaştırılmadığımız için hakiki kültürün ne olduğunu hala biliyoruz.
Saklı ulusal hazinelere bu tür bir düşkünlüğü reddetmenin, kendi köklerinden nefret etmekle uzaktan yakından bir ilgisi olamaz. Mesele, yalın ve bir o kadar da can acıtıcıdır: Sözünü etmeye değer bir katkıda bulunmuş bütün Sloven sanatçılar belli bir anda ya kendilerini Slovenyanın kültürel anaakımından yalıtarak ya da basitçe Viyana ya da Pariste yaşamak üzere bir süreliğine ülkelerinden ayrılarak etnik köklerine, ihanet etmek zorunda kalmışlardı. Tıpkı İrlandada olduğu gibi. Orada da Dublin üzerine başyapıtı Ulyssesi yazmak için ülkesini terk eden sadece James Joyce değildi. İrlanda ulusal uyanışının şairi Yeats da yıllarca Londrada kalmıştı. Ulusal geleneğe en büyük tehdit, durmadan yabancı etkilerin tehlikeleri hakkında uyarıda bulunan yerli muhafızlardan gelir.
Üstelik, Slovenlerin kültürel üstünlük iddialarına, Doğu Avrupanın post-Komünist ülkelerini doğru düzgün davranabildikleri takdirde aileye yeniden kabul edilebilecek geri ve yoksul kardeş çocukları gibi karakterize basmakalıp Batılı klişeler eşlik eder. Basının, milliyetçilerin büyük fark attığı son Sırbistan seçimlerini Sırbistanın henüz Avrupaya hazır olmadığının işareti olarak okuyan tutumunu hatırlayın. Benzer bir süreç şimdi Slovenyada yürüyor: Milliyetçilerin Ljubljanada cami yapımı konusunda referandum düzenlenmesi için yeterli sayıda imza toplamış olmaları gerçeği, çok hazin, nüfusun çoğunluğunun camiye izin verilmemesi gerektiğini düşünmesi daha da hazindir. Bunun için ileri sürülen gerekçeler ise Sloven olduğunuzdan utanmanıza neden olur : Fundamentalist barbarlığın nişanesi olan bir minare dikerek, güzel ülkemizin bozulmasına izin vermeli miyiz? vb. Böyle durumlarda, Brükselden ara sıra yükseltilen tehditler de sadece kulağa bir hoş sada gibi gelir: Çokkültürlü hoşgörü gösterin yoksa fena olur!
Milliyetçilik ve küreselcilik
Gene de, bu basitleştirilmiş resim, hakikatin tümü sayılmaz. İlk muamma, A.B.D.nin terörle savaşının en ateşli destekçisi olan eski Komünist ülkelerin bizzat kendilerinin global kapitalizme içerilmelerinin bedeli olan kültürel Amerikanlaşma saldırısı altında kültürel kimliklerinin, ulusal varoluşlarının karşılaştığı uğradığı tehditten ziyadesiyle kaygılı olmalarıdır. Böylece, Bush yanlısı anti-Amerikanizmin paradokslarına tanık oluruz. Slovenyada, aşırı sağcı milliyetçiler, Merkez-Sol koalisyon hükümetinden görünüşte NATOya katılmayı ve A.B.D.nin anti-terör kampanyasını desteklemesine karşın bu süreci el altından sabote ettiği; bu politikaları inandığı için değil fırsatçılığı dolaysıyla savunduğun gerekçesiyle yakınırlar. Öte yandan, milliyetçiler, koalisyon hükümetini, aynı zamanda Slovenlerin batılı global kapitalizmle tam bütünleşmesinden yana çıkarak Sloven ulusal kimliğini zayıflatmak ve Amerikanlaşmış çağdaş pop kültür içinde boğmakla suçlarlar. Onlara göre, koalisyon hükümeti, Slovenleri ciddi düşünme yeteneğinden ve ahlaki sağlamlıktan yoksun, kolayca çekilip çevrilebilen bir güruha dönüştürmek için pop kültürü, aptal TV eğlencelerini ve şuursuz tüketimi beslemektedir.
Kısacası, ana fikir koalisyon hükümetinin bir liberal-Komünist komplo peşinde olduğudur. Buna gore, küresel kapitalizme böyle boylu boyunca batırılmak eski Komünistlerin, gizli iktidarlarını korumalarını sağlayacak sonuncu karanlık komplo olarak görülür. Milliyetçi muhafazakarların yükselen yeni sosyo-ideolojik düzenle ilgili feryatları, acı bir alay gibi eski Yeni Solun kapitalist özgürlüğün baskıcı hoşgörüsünü, özgürlüksüzlüğün görünüş tarzı olarak tanımlayışlarını andırır.
Doğu Avrupa yaklaşımının bu muğlaklığı en mükemmel karşılığını, Batının post-Komünist ülkelere yönelik muğlak mesajında bulur. 2003 yazında, Birleşik Devletlerin Sırbistana uyguladığı iki yanlı baskıyı hatırlayın: A.B.D. temsilcileri, eşzamanlı olarak, hem Sırbistanın, savaş suçlusu olduğundan şüphelenilenleri (Global İmparatorluğun devletler-üstü küresel bir yargılama kurumu talep eden mantığına uygun olarak) Lahey mahkemesine(**) teslim etmesi HEM DE Sırbistanın Birleşik Devletlerle, savaş suçlusu olduğundan ya da insanlığa karşı başka suçlar işlediğinden şüphelenilen A.B.D. yurttaşlarının (Ulus-devlet mantığına uygun olarak)yargılanmak üzere herhangi bir uluslararası kuruma (yine, AYNI Lahey mahkemesine) teslim etmemesini zorunlu tutan iki taraflı bir anlaşmayı imzalamasını istemişlerdi. Sırpların tepkisinin şaşkınca bir öfke olduğuna şüphe yok! Benzer bir şey ekonomik düzeyde de sürüyor: Polonyaya tarımını piyasa ekonomisine, serbest rekabete açması için baskı yapılırken, Batı Avrupa, Brükselden büyük sübvansiyon sağladığı tarım ürünleriyle Polonya piyasasını işgal ediyor.
Ters rüzgarlarla dolu bu denizde, post-Komünist ülkeler nasıl yol alabilir? Bugün eski Yugoslavya coğrafyasında yaşayan bir ahlaki kahraman varsa, o da, Hırvatistanlı mütevazı yargıç Ika Sarictir. Ika Saric, ölüm tehditlerine ve görünür bir toplumsal desteği olmamasına rağmen, general Mikro Norac ve arkadaşlarını sivil Sırp halkına karşı 1992de işledikleri suçlardan dolayı 12 yıl hapse mahkum etti. Solcu hükümet bile, aşırı sağcı milliyetçi gösterilerin yarattığı tehditten ürkerek, Noracın yargılanması kararının arkasında dimdik durmaktan kaçındı. Ne var ki, milliyetçi sağ, büyük kargaşalıklar çıkacağını ve hükümetin devrileceğini ima etse de karar ilan edildiğinde, HİÇBİR ŞEY OLMADI. Gösteriler beklenenden daha küçüktü ve Hırvatistan, hukuk devleti olmayı kendi kendine yeniden keşfetti. Noracın Laheye teslim edilmemesi, fakat Hırvatistanda mahkum edilmesi, özellikle önemliydi. Hırvatistan böylece, uluslararası vesayete ihtiyacı olmadığını kanıtladı.
Eylemin kendine has boyutu, imkansızdan mümküne dönüşmesindeydi: Karardan önce, milliyetçi sağ, deneyimli örgütleriyle birlikte, kışkırtılmaması gereken zorlu bir güç olarak hissediliyordu. Liberal sol ise verilecek ağır bir cezanın, hepimiz istesek de, bu güç anda göze alamayacağımız sonunda kaosa yol açacak bir şey olacağını düşünüyordu. Buna rağmen, karar açıklandıktan ve hiçbir şey olmadıktan sonra, imkansız olan rutine döndü. Eğer, Avrupa ibaresinden elde edilebilecek bir yeni değer vardıysa, sözün en belirtik anlamıyla Avrupalı olan bu eylemdi.
Ve eğer, korkaklığı somutlaştıran bir olay varsa, o da, Slovenya hükümetinin, A.B.D.nin Iraka savaş açmasından sonraki tavrıydı. Sloven politikacılar, A.B.D. baskısı ile Sloven halkının çoğunluğunun savaş karşıtlığı arasında orta yolda, umutsuzca dümen tutturmaya çalıştılar. Slovenya, önce, Rumsfeld ve ötekilerden aferin almak için, Iraka karşı gönüllü koalisyonun Yeni Avrupalı parçası olarak, adı kötüye çıkmış Vilnius deklarasyonunu imzaladı. Ancak, dışişleri bakanı belgeyi imzaladıktan sonra, yalanlama komedileri birbirini izledi: Bakan, belgeyi imzalamadan önce, cumhurbaşkanına ve diğer yetkililere danıştığını iddia etti. Ama hepsi hemen konudan haberdar olduklarını yalanladılar. Sonra, bütün ilgililer, belgenin hiçbir şekilde A.B.D.nin Iraka tek yanlı saldırısını desteklemediğini, tersine Birleşmiş Milletlerin belirleyici rol oynamaya çağırdığını iddia ettiler. Slovenyanın Iraka savaş açılmasını değil ama Irakın silahsızlandırılmasını desteklediği belirtildi.
Ancak, birkaç gün sonra, Birleşik Devletler kötü bir sürpriz yaptı: Slovenya, sadece açıkça gönüllü koalisyona katılan ülkeler arasında anılmakla kalmıyor, Birleşik Devletlerin savaş ortaklarına verdiği mali yardımı alanlar arasında da sayılıyordu. Bunu dört başı mamur bir komedi izledi: Slovenya gururla Iraka karşı savaşa katılmadığını açıklayarak listeden çıkarılmasını istedi. Birkaç gün sonra, yeni bir sıkıntı verici belge alındı: Birleşik Devletler, Slovenyaya desteği ve yardımları için resmi olarak teşekkür ediyordu. Slovenya, sanki ABDnin bize yapacağı en büyük kötülük teşekkür etmesiymişçesine gülünç bir şekilde teşekkür ederim almayayım, ben teşekkürlerinize layık değilim, der gibi, teşekkürü hak etmediğini söyleyerek protestoda bulundu ve mektubun adresinin kendisi olduğunu reddetti. Genellikle, devletler haksız yere eleştirildildiklerinde protestoda bulunurlar Slovenya ise şükran tezahürleriyle karşılaştığında. Kısacası, Slovenya, övücü mektupların adresi değilmiş gibi davranmış olsa bile hepimizin bildiği gibi, bu durumda da, mektup doğru adrese ULAŞMIŞTI.
Sol Avrupa Merkezcilik
Doğu Avrupalıların muğlaklığı sonuçta sadece Batı Avrupanın kendi tutarsızlıklarını yansıtır. Ömrünün sonlarına doğru, Freud, kadın cinselliği muamması ile yüzleştikten sonra yaşadığı şaşkınlığı kabullenen, meşhur Was will das Weib? (Kadınlar ne ister?) sorusunu sormuştu. Post-Komünist ülkelerin Avrupa Birliğine girmekte olduğu 1 Mayısta benzer bir şaşkınlık ortaya çıkıyor: Post Komünist ülkeler hangi Avrupaya giriyor olacaklar?
Yıllardır, yeni bir Sol Avrupa Merkezcilik isteğini dile getiriyorum. Lafı uzatmadan söylersem, tek seçimimizin Amerikan uygarlığı ve gelişen otoriter-kapitalist Çin arasında olduğu bir dünyada yaşamak ister miyiz? Cevap hayırsa, tek alternatif Avrupadır. Üçüncü dünya Amerikan Rüyası ideolojisi karşısında yeterince güçlü bir direniş üretemez; şimdiki güç dizilişi içinde, bunu sadece Avrupa yapabilir. Bugün, hakiki karşıtlık, Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki değil, Birinci ve Üçüncü Dünyanın (Amerikan global İmparatorluğu ve kolonileri)tamamı ile bundan geriye kalan İkinci Dünya (Avrupa) arasındakidir. Theodor Adornonun Ferudun yolundan giderek dediği gibi, çağımızın yönetilen dünyası ve onun baskıcı yüceltmesinin çözülüşünün(***)bize sunduğu mantık, artık eskiden olduğu gibi Id ve onun türeyimleri değil, cezalandırıcı süperego ile Idin gayrimeşru saldırgan türeyimleri arasında Egonun rasyonel aktörlüğü pahasına yapılan ahlakdışı dolaysız anlaşmadır.
Bugün de siyasal düzeyde yapısal olarak benzer bir şey, postmodern global kapitalizm ile modern öncesi toplumlar arasındaki modernlik aleyhine girilen tuhaf bir anlaşma sürüp gitmiyor mu? Amerikan çokkültürcü İmparatorluğu için modern öncesi yerel gelenekleri entegre etmek kolaydır. Modern öncesi yerel geleneklerin oluşturduğu bu yabancı bedenin etkili bir biçimde asimile edemeyeceği şey Avrupa modernliğidir. Cihad ve McWorld ise aynı paranın iki farklı yüzü. Cihad, çoktan McCihad oldu.
Süregiden terörle savaş, kendini demokratik meşruluğun savunusu olarak sunsa da, bir yüzyıl önce din eleştirisinin temel çıkmazını gösteren Ortodoks G.K. Cherstonun apaçık gördüğü tehlikeyi barındırır: İnsanlık ve özgürlüğün geleceği için Kiliseye karşı savaşmaya başlayan insanlar, Kiliseye karşı savaşmak adına, sonunda, özgürlük ve insanlığı beş paralık ederler. Laikler kutsal şeyleri yıkamadılar ama bu onları rahatlatacaksa, laik şeyleri yıktılar.
Aynı şey, bugün, dini savunanlar için de geçerli değil mi? Çağdaş laik kültüre gaddarca saldırmakla başlayıp sonunda tüm anlamlı dinsel deneyimleri terk edenler az mı? Benzer biçimde, anti-demokratik köktendinciliğe karşı savaşmaya hevesli o kadar liberal cengâver var ki, sırf terörle savaşmak adına özgürlük ve demokrasiyi beş paralık edecekler. Bunlar, Hıristiyanlıktan gayri köktendinciliğinin özgürlüğe yönelik temel tehdit olduğunu ispatlama tutkusu içinde sözde Hıristiyan toplumlarımızda sahip olduğumuz özgürlüğümüzü hemen şimdi kısıtlama durumuna düşmeye çoktan hazırlar. Eğer teröristler başka bir dünya aşkı için bu dünyayı yok etmeye hazırlarsa, bizim teröre karşı savaşan cengâverlerimiz de, Müslüman ötekiye duydukları kinin sonucunda kendi demokratik dünyalarını yok etmeye hazırdırlar. Bazıları insanlık onurunu okadar severler ki, onu savunmak için -insanlık onurunun mutlak değersizleştirilmesi olan- işkenceyi meşrulaştırmaya hazırdırlar. Ve, aynı mantığın bir sonucu olarak, sırf Avrupayı savunmak için Avrupayı da kaybedebiliriz.
ABD: Avrupanın çarpıtılmış yansısı
Geçen yıl, Avrupa Birliği neredeyse kimsenin fark etmediği uğursuz bir karar aldı: Birlik topraklarının güvenliğini sağlamak ve göçmen akınını engellemek için bütün Avrupa sınırlarında polis gücü oluşturmayı içeren bir plan kabul edildi. Globalleşmenin hakikati BUDUR işte Refah Avrupasını göçmen selinden korumak için YENİ duvarların inşası. Burada insanın, Marksizmin şeyler arasındaki ilişkiler ve kişiler arasındaki ilişkiler karşıtlığına müracaat edesi geliyor. Global kapitalizmin yarattığı şu ünlü serbest dolaşımda, insanların dolaşımı git gide daha çok denetlenirken serbestçe dolaşan sadece şeyler (mallar)oluyor. Gelişmişlerin bu yeni ırkçılığı, geçmişin ırkçılığından çok daha zalimce: Bunun dolaylı meşrulaştırılışıysa ne doğalcı (gelişmiş Batının doğal üstünlüğü) ne de artık o kadar kültürelci (Batıdayız, Batılı değerlere sahibiz ve kültürel kimliğimizi korumak istiyoruz), sadece arlanmaz bir ekonomik bencillik bu: Temel ayrım, nispi ekonomik refah alanında yaşayanlarla bundan dışlananlar arasındadır.
A.B.D. politikaları ve uygarlığında tehlikeli ve kınanmaya değer bulduğumuz şey, demek ki, AVRUPANIN DA BİR PARÇASI, Avrupa projesinin olası sonuçlarından biridir. Kendinden memnun kibre hiç yer yok: Birleşik Devletler, Avrupanın çarpıtılmış bir yansısıdır. Max Horkheimer, 1930larda liberalizm hakkında eleştirel konuşmak istemeyenlerin, faşizm hakkında da ses çıkarmamaları gerektiğini yazmıştı. Aynı şeyleri, sözcük farkıyla, yeni A.B.D. emperyalizmini kınayanlara da söylemek gerek: Avrupayla eleştirel bir bağ kurmak istemeyenler de, Birleşik Devletler hakkında ses çıkarmamalıdır.
O zaman, Avrupa Birliğinin genişlemesine eşlik eden kutlamalar altında sorulabilecek tek hakiki soru şudur: Bizim katıldığımız bu Avrupa NE? Ve bu soruyla karşı karşıya kalanlar, hepimiz, Eski ve Yeni Avrupa, aynı gemideyiz.(SJ/MB/EK)
______________________________
(*)Agalma, sanat tarihinde kültleşmiş antik heykelleri ifade etmek için kullanılan bir terim(ç.n.).
(**) Eski Yugoslavyanın dağılmasından sonra çıkan iç savaşta, savaş ve insanlık suçu işleyenlerin yargılanması için Lahey Adalet Divanı bünyesinde kurulan mahkeme(ç.n.).
(***)Repressive desublimation karşılığı olarak. Kavram, Marcuse tarafından Tek Boyutlu İnsanda, yüksek kültürün popüler kültür aracılığıyla tüketim kültürüne dönüştürülmesini ifade etmek için kullanılmıştır(ç.n.).
İngilizce'den Çeviren: Mustafa Bayram Mısır