Toplumlar arasındaki kültürel, sosyal ve özellikle dini farklılıkların bu kadar kışkırtıldığı ve bu farklılıklar üzerinden tansiyon yaratılarak siyaset oluşturulan bir dünyada farklı kültürlerden gelen insanların hangi noktaya kadar birbirlerine hoşgörü ve saygı göstermeye devam edecekleri açıkçası çok önemli bir soru.
Ütopya deyince akla gelen ilk kitap (en azından benim için) Thomas More'un "Ütopya"sıdır. Okurken altını çizdiğim yerleri tekrar gözden geçirince AB'nin temelindeki ideolojik yaklaşımların kitabın belli bölümlerinde ifade edilmiş olduğunu görmek gerçekten ilginç oldu.
Weber ve More
Thomas More'un bu kitabı, Avrupa ve özellikle İngiltere'ye ve oluşturdukları düzene karşı yazdığı düşünülürse (1500'lerin başlarında), Avrupa'nın, yaklaşık dört yüzyıl sonra, bazı noktalardan More'un "Ütopya"sına benzer bir duruma geldiği söylenebilir.
Talin Sucuyan'ın iki hafta önce biaBag'daki yazısında, Weber'e "siz de bu noktaya uzaydan bırakılarak gelmediniz zahir" demesi gibi.
Yüzyıllar boyu yan yana yaşamayı becerememiş Fransa-Almanya ikilisinin temelinde yer aldığı kaos 1945'te dehşet verici bir savaşla sona erdikten sonra, bu gerginlikten ve savaşlardan alınan derslerden yola çıkan AB düşüncesinin, belki de bugün yaşamasına en çok gerek duyulduğu bir dönemde, bir "gerçeküstülüğe" dönüşüp dönüşmediğini tartışmakta çok büyük yarar var.
"Farklılıkları" özgürce barındırmak!
AB'nin geleceği neden bu kadar tartışmalı hale geldi? Üye sayısının geçen yıl itibariyle 25'e ulaşması ve ileriki yıllarda da kaç üyenin daha katılacağının kestirilememesi ve bunun yarattığı büyüklük-büyüklüğü kontrol edememe korkusu, genelde verilen ortak cevaplardan en birincisi olsa gerek.
Bu cevabın altında bir başka olgu da yatıyor: Farklılıkların en "özgürce" bir arada yaşayabildiği ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel bir yapı olarak gösterilen AB, acaba sanıldığı kadar "farklılıkları" içinde özgürce barındırmaya müsait mi?
Yani, bu "farklılığı" en yoğun temsil eden, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir toplumu ne derece kabul etmeye razı ve hazır?
"Öteki" dediklerimizin de "biz"e katılımıyla oluşan çok kültürlü düzen, nereye kadar "öteki"nin kültürüne de "evet" demeye hazır?
Empatinin önemi
"Ötekilik" konusunda en anlamlı açılımları Levinas yapmıştır benim düşünce dünyamda. Empati yapmayı çok önemser Emmanuel Levinas. "Kendini 'öteki' dediğimizin yerine koyma" olayını gerçekleştiren insanın, "ötekilik" duygusunu tamamen ortadan kaldıracağını söyler; tıpkı Talin Sucuyan'ın dediği "öteki dediğimizin bizim parçamız olduğunu görmek" noktasına ulaşmayı sağlamak açısından...
Tam da şu, Batının ve Doğunun birbirinden öğreneceği çok şey var noktasında, aklıma hemen gelen bir örnekten söz etmek istiyorum.
Takeshi Kitano'nun 2000 tarihli Brother (Erkek Kardeş) filminde, Kitano'nun canlandırdığı Akiri'nin yardımcısı Kato, Çin Mahallesini kontrolü altında tutan Yakuza Shirase'ye gider.
Shirase'nin, Aniki'nin emri altına girmesini ister ama Shirase bunu reddeder. Kato, Aniki'ye giderek Shirase'nin red cevabını aktarır. Ama Kato tekrar Shirase'nin yanına dönerek patronu Aniki nin çok iyi bir adam olduğunu ve onun yanında yer alması isteğini tekrarlar.
Shirase'nin aşağılamasına rağmen Kato, Aniki üzerine hayatını koyacağını söyler. Yakuza bağlılığından bihaber olan Shirase, kendini hiçe sayan Kato'ya bir silah uzatır ve bağlılığını göstermesini ister.
Kato silahı alır, başına dayar ve tetiği çeker. Bir sonraki sahne Kato'nun cenaze törenidir. Shirase, Aniki'nin yanına gelir ve "emrinizdeyim" der.
Farklılığa duyulan özlem
Batı medeniyetlerinde doğmuş ve rasyonel bakış açısına sahip insanlara çok anlamsız ve inandırıcılıktan uzak gelen bu davranış biçiminin kökeni, doğu medeniyetlerinde bin yıllara dayanır.
İnandırıcılıktan uzak bulunmasına karşılık, bu toplumların ortaya koydukları sanat yapımlarının, özellikle son yıllarda büyük ilgi toplayan Japon ve Güney Kore sineması batı medeniyetlerinde gördüğü ilgideki artışının temellerini, farklılığa duyulan "özlem"de ve "ben"de olmayanın merakı ve cazibesine duyulan ilgide aramak gerekiyor.
Bu da şunu gösterir ki, rasyonel birey, hayatının temeline bu tür değerleri koymasa bile, içinde bir yerlerde, bu değerlere ilgi duymasını sağlayan bir yapıyı da barındırmaktadır. "'öteki' dediğimizin de bizim bir parçamız olduğu"nu göstermesi açısından güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Mutlak doğrunun varlığı
Düşünce tarihi derslerinde en çok tartıştığımız ve içinden çıkılmasının çok zor olduğu konulardan biri, mutlak doğrunun olup olmadığıdır. Batı medeniyetinin değerleriyle yetişmiş ve rasyonelliği temel almış bir insanın, farklı bir kültürel yapıya sahip bir toplumun yaşam şeklini ve geleneksel düzenini, "hukuka aykırılıkla" eleştirmeye hakkı var mıdır?
Bahsedilen hukuk, modernitenin bir oluşumu olduğuna göre, bu oluşumu benimsemeyen toplumların buna uymak gibi bir zorunluluğu var mıdır?
Ve belki de en önemlisi, bu hukuksal düzen ve değerler topluluğu, tartışılmaz, herkes için kesin bir "doğru"yu mu temsil ediyor mu ya da edebilir mi?
Bu tamamen nerde durduğunuzla, olaya nerden baktığınızla alakalı bir durum. Çünkü benzer bir şekilde, örneğin bir batılının kendi kültürüyle ilgili eleştirilerine maruz kalan bir Afrikalı, kendi bakış açısından, Batılı değerleri eleştirip yanlış bulabilir.
Hayatın merkezi
Bu nedenle mutlak doğruyu bulmak ya da mutlak doğruya sahip olduğunu söylemek çok da gerçekçi durmuyor. Sanırım Batılı değerlerle yetişmiş olan "bizler"in yaptığı en büyük yanlışlardan biri, hayatın merkezine kendi yaşam şeklimiz ve değerlerimizi koyup bütün dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü düşünmemiz oluyor.
Ama bu noktada ortaya bir başka çok ciddi soru çıkıyor: gelenek adı altında dünyanın pek çok yerinde inanılmaz vahşetler yaşanıyor; Arap ve Afrika kültürlerinin bir kısmında kadınlar "gelenek" ve "dini gereklilik" gerekçeleriyle sünnet ediliyor, yine aynı gerekçelerle kadınlar son derece kapalı bir yaşamı sürdürmeye zorlanıyor vs.
Hiçbir toplumun kendi değerlerini başka toplumlara empoze etmek gibi bir pozisyonunun olmaması gerekliliği sonucuna vardıktan sonra, bu tür şiddet içeren ve gelenek-kültür kisvesiyle savunulan zalimliklere sessiz ve hareketsiz kalmak sonucuna varmak mıdır doğru olan?
Kendi adıma bunun doğru bir seçenek olduğunu söylemekte zorlanıyorum; aynı zamanda, bu durumun çok hassas ve ince bir çizgi olduğunu da kabul ediyorum.
Farklılıklarla yaratılan tansiyon
Farklılıklarla zenginlik yaratmanın ve bu zenginlikten beslenmenin zevkini yaşamaktansa bu farklılıkları, toplumların bir daha birleşmelerini çok zorlaştıracak sorunları yaratmanın bir aracı olarak kullanmak, maalesef günümüzde yapılan hataların arasında yer alıyor.
Yazının başında da belirttiğim gibi, farklılıklar üzerinden tansiyon yaratılarak siyaset oluşturulan bir dünyada yaşıyoruz. AB'nin bu noktada sahip olduğu misyonu gözden kaçırmaya hakkı yok, tabii eğer varoluşsal nedenlerini yok saymak gibi bir niyeti yoksa.
Geleceğin dünyasında, bütün kışkırtmalara rağmen, çokkültürlülüğün bu dünyada bir yaşam alanı olduğunun en güzel kanıtı olarak var olmak yerine, oluşturulan kutupların ve kültürler arası gizli savaşın belli bir tarafı olmayı tercih etmiş bir AB...
İyimserliğin uzağında
Şu kesin ki biz bir sabah uyandığımızda AB, tercihini yapmış ve hangi tarafta yer aldığını belirlemiş olmayacak.
Aslında çoktan başlamış bir süreçle karşı karşıyayız. İzlenen politikalar, verilen demeçler, toplumların günlük yaşam alanlarındaki ortak diyalogların samimiyeti ve bunun gibi daha birçok etken, AB'nin pozisyonunu belirleyici faktörler olacak.
Bir Müslüman'la Hıristiyan'ın sokakta yan yana yürümeye tahammülün kalmadığı noktada, politikacıların büyük konferans salonlarında, AB'nin sözünü ettiğimiz bağlamdaki misyonunu anlatmak için uzun konuşmalar yapmalarının maalesef ki bir anlamı olmayacak.
Bu soruların ve verilecek cevapların, balonun patlayıp patlamaması açısından hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum. Ama kişisel olarak da, patlamanın gerçekleşmeyeceğini savunan iyimser görüşün çok uzağında olduğumu da söylemeden edemiyorum. (ZS/BA)