Geçtiğimiz hafta açılışı yapılan Avrasya Tüneli hakkında daha ne konuşulabilir? Tartışmalara bakıyorum. Koruma uzmanları, kuruluşları, projeye karşı olanlar gayet iyi anlatmışlar, Avrasya Tüneli’nin neden yapılmaması gerektiğini…
Bu kaygıları ve gerekçeleri paylaşan bir kişi olarak bu tartışmalarda bir eksiklik olduğunu zannetmiyorum. Ancak bu tartışmaların sınırlandırılmış bir “konfor alanı”nda kaldığını söylemek mümkün. Kamu erkini kullananlar kendi açılarından projenin faydalarını vs değerlendiriyor ve uyguluyorlar. Muhalefet ise projenin sakıncalarını söylüyor. Neredeyse Birinci Boğaz Köprüsü’ndekilerden günümüze kadar tartışmalar aynı. Projelere karar verenlerle bilgi üreten kurumlar arasında sanki sürekli bir uyumsuzluk var. Herkes görevini yapıyor. Buna karşılık projelerin arkasındaki işleyiş, siyasetçilerle uzmanlık gruplarının ilişkileri, bunlar hep karanlıkta kalıyor. Oysa üzerinde fazla durulmayan, kayda geçmeyen bu konuların içerik tartışmalarının ötesinde ve fazlasıyla rol oynadıkları söylenebilir.
Boğazı su altından geçme fikri çok eski de olsa, proje olarak gündeme gelmesini 3. Köprü’ye oluşan güçlü itirazın kolaylaştırdığı söylenebilir. Dönemin Ulaştırma Bakanı o sırada kampanyayı yürüten sivil toplum kuruluşlarının İBB Meclis Salonu’nda düzenlediği toplantılara bizzat müsteşarını göndererek, yirmi yıldır raflarda bekleyen raylı sistem projesini tanıttı. Ona göre bu raylı geçiş projesi desteklenirse, Arnavutköy ile Kandilli arasında yapılması planlanan 3. Köprü projesi gündemden düşecekti. O tarihlerde 3. Köprü’ye karşı olan inisiyatif her görüşten İstanbullu’nun katıldığı çok güçlü bir girişim oluşturmuş, yerel yönetimleri de yanına almış, iki defa ihaleye çıkan ve “bu köprü yapılacak, o kadar” diyen Bayındırlık Bakanı’nı durdurmayı başarmıştı (1998).
Ancak muhalefetin semt ölçeğinde kalması, mücadelenin şehir ölçeğine taşınamamış olması, inisiyatiflerin daha sonraki süreçte siyasal alandaki müdahaleler ile zayıflatılması ve ayrıştırılması gibi nedenler bundan sonraki sürecin bürokrasinin egemenliğine geçmesine neden oldu.
AKP’nin iktidara gelmesi ve Arnavutköy-Kandilli arasındaki köprüye karşı olan İBB bürokratlarının bakan olması, yönetim katmanları arasındaki dengelerde bir takım değişikliklere neden oldu. 3. Köprü, o tarihteki Bayındırlık Bakanlığı bürokrasisi içindeki güçlü itirazlara rağmen kuzeye kaydırıldı. 2004 yılında Marmaray projesi ile ilgili basında yer alan canlandırmalarda tüp geçitten otomobillerin çıktığı görülüyordu. Belki de bu karışıklık yüzünden uzun bir süre, bazı çevreler raylı tüp geçiş ile araç tünelini aynı proje zannetti. Oysa Marmaray yalnızca teknolojik özellikleri ve işlevi nedeniyle değil, aynı zamanda kamu tarafından yönetimi planlanan son büyük proje oldu. Bundan sonra gerçekleştirilen Avrasya tüneli, Sultan Selim Köprüsü, 3. Havalimanı gibi projeler hem finansman, hem de işletme olarak yatırımcıların yönettiği, gerçekleştirdiği projeler. Bunlarda yatırımcıların tek beklentisi kamunun krediler ve karlar için garantör olması, kamulaştırmaları yapması, projelerin arkasında durması.
Anlaşıldığı kadarıyla İstanbul’da Ulaştırma Bakanlığı’nın ve Avrasya Tüneli gibi bir projenin güç kazanması Binalı Yıldırım’ın görev alması ile mümkün oldu. Bayındırlık Bakanlığı’nda, bürokrasi içinde etkili olan bir grup 3. Köprü’nün mevcut iki köprünün arasında olmasında ısrar ediyordu.
Marmaray’ın tarihi endüstriyel ulaşım hattının üzerine kurulması, başka bir deyişle Ulaştırma Bakanlığı’nın kendi denetiminde olan bir bölge üzerinde gerçekleşmesi, projenin 76 kilometrelik bir hatta dönüşmesini sağlayacak bir sonraki adımı zorlaştırdı. Çünkü şehrin ana ulaşım omurgasını oluşturacak, yolcu taşıması açısından on köprüye bedel bir hattın kıyıda olması çok mantıklı değildi. Dolayısı ile Marmaray başlangıçta öngörüldüğü gibi gelişmedi. Proje sonuçta şehir içi ulaşımı sağlayan metro sisteminin ana omurgası olmakla, şehri uluslararası raylı ulaşım şebekesine bağlayan hat olma arasında bir tanımlama sorunu yaşadı.
Yenikapı Transfer Merkezi gibi konulardaki yoğun uğraşlara rağmen projenin şehirselleştirilmesi (ilişkisel bir mantıkla yönetilmesi) bir türlü mümkün olmadı. “Banliyö sisteminin iyileştirilmesi” adı verilen ama daha baştan beri nasıl olacağı belli olmayan uygulamalar gecikti. Satın alınan tren katarlarının çoğu çürümeye terk edildi. 60 katardan yalnızca 12 adedi kullanılabildi. Buna karşılık Marmaray’ın Tarihi Yarımada’ya bağlanmasına ve eski raylı ulaşım hattını kullanmasına bir kaç istisna dışında itiraz olmadı. Aynı şekilde, projenin tanıtım materyallerinde de belirtildiği gibi, Avrasya Tüneli’nin Tarihi Yarımada’ya bağlanmasına da (birkaç uzmanlık kuruluşunun itirazı dışında) 3. Köprü’de olduğu gibi bir muhalefet oluşmadı.
İşleyişte bir değişiklik olmamasının nedenini anlamak için kararların nasıl alındığına (kararların içeriğini oluşturan plan ve projelerin hangi yollarla, yöntemlerle elde edildiğine) bakmak gerektiği kanısındayım. Çünkü projelerin arkasında yalnızca siyasal tercihler değil, toplumsal tabakalar arasındaki mücadeleler, değer sistemleri, kurumsal işleyişler bulunduğu görülüyor. Bu projelerde bürokrasi ve sembolik sınıf içinde farklı tabakalar, güç odakları ve bunlar arasında bir mücadele olduğu gözlemleniyor. Devlet iktidarını paylaşan toplumsal katmanların unsurlarının, sembolik üretim yapan kurumların aktörlerinin birbirleriyle temas kurabildikleri bir alana sahip oldukları söylenebilir. Bunu kamu bürokrasisi alanında görmek mümkün. Bunlar aynı zamanda siyasal dönemlerin izlerini taşıyorlar. Bunların bir bölümü siyasetten nispeten bağımsız olarak ideal bir durumdan, hukuki çerçeveden ve uzmanlık rasyonellerinden hareket ediyorlar. Diğerleri ise iktidarın siyasal temsil iddiasının arkasına sığınarak, daha esnek ve fırsatçı davranıyorlar. Siyasal erke bağımlı hareket eden bu katmanlar neoliberal işleyişe uygun olarak, piyasa güçleri tarafından işgal edilmiş kamu alanında ayrıcalık akışlarını düzenliyorlar. Siyasal ideoloji bu katman için her zaman işleyişleri araçsallaştıran, liyakatın yerine geçen bir üst belirleyici. Bu yüzden bürokrasi içinde çatlaklar, gerilimler doğrudan siyasal alana taşınıyor.
Siyasal erki kullananların bu anlaşmazlığı çözmek ve bağımlı hale getirmek için geliştirdikleri yöntemler var: Anlaşmazlığı aşmak için yalnızca çıkar gruplarına değil, sembolik iktidarı paylaşan toplumsal tabakalara, bilgi üreten uzmanlara da çeşitli kamu projelerinde çalışma imkanları yaratarak, ayrıcalıklar sağlayarak, karar süreçlerine katılmalarını kolaylaştırarak kendilerine bağımlı hale getirmeyi amaçlıyorlar. Böylece üretilen bilginin içeriği konusunda bir anlaşmazlık, uyumsuzluk bulunsa bile bilginin üretilme biçiminde zihinsel çerçevede bir uzlaşma bulunuyor. Belediyelerin tozlu rafları örneğin uygulanma imkanı bulmamış binlerce plan ve proje ile dolu. Her şey yerli yerinde. Taraflar kamu işleyişini yönlendiren yöntemler üzerinde anlaşıyorlar.
Ayrıca uyumlu çalıştıklarında bir yargılamaya (taltif edilme, paye kazanma da denebilir) kavuşuyorlar. Örneğin açılış törenlerinde bu işleri çıkarları için yapan şirketler, sembolik sınıflar, yöneticiler teşekkürü hak ediyorlar. Ama bağımsız olarak görüş belirtenler, alternatif düşünceler sergileyenler (hiçbir çıkarları olmadığı halde) ötekileştiriliyorlar. Dolayısı ile burada haksız bir değerlendirme ortaya çıkıyor.
Dolayısı ile katmanlar arasındaki bu uyumsuzluk işleyişte bir değişikliğe neden olmuyor. Siyasal erki kullananların bu mücadelede önemli üstünlükleri var: Karar alma, uygulama, ayrıcalık akışlarını düzenleme yetkileri, sivil toplum, çıkar grupları ve medya üzerindeki hakimiyetleri… Dolayısı ile diğerleri ile mutabakat sağlamak gibi bir kaygıları yok. Böylece sembolik iktidar aygıtları içinde yer almayan, yani eğitimle uzmanlık kategorileri içinde projeleri değerlendirme vasıflarına sahip olmayan kitlelerin de mutabakatını almış olduklarını varsayıyorlar.
Söylediğim gibi bu ilişkide siyasal erki kullananların hep bir fazlası var. Çünkü iktidar sahipleri güçlerini çoğulcu ve eşitlikçi bir ortamdan değil, ayrıcalıklardan alıyorlar. Anlaşmazlıklar, çatışmalar olsa da, krizler ortaya çıksa da, işleyişte bir değişiklik olmuyor. Yalnızca kamusal niteliğe sahip olmayan işleyişlerin üzeri örtülmüş oluyor. Tartışmaların yalnızca tercihler üzerinde gerçekleşmesi, asimetrik bir durum yaratıyor. Burada devlet iktidarını kullanan tabakalar arasındaki zımni anlaşma, (tıpkı aykırı bir sanat eserinin kapitalist pazar ekonomisi içinde değerinin olması gibi) kamu kararlarının içeriğini oluşturan bilgi üretiminin hangi koşullarda ve hangi yöntemlere gerçekleştirildiğinin sorgulanmaması.
Toplumsal tabakalar içindeki sembolik iktidar sahipleri “en azından olan biteni algılamak ve değerlendirmek için ortak bir zihinsel çerçeve üzerinde anlaşıyorlar. Ancak, durum bundan ibaret değil, her zaman benim sınıflandırmamla senin sınıflandırman arasında, benim düşünme biçimimle senin düşünme biçimin arasında bir uyuşmazlık var. Zihinsel çerçeveler arasında bir çatışma var. Bir çatışma olduğunda, bu çatışma üzerinde hüküm verme gücüne sahip fail devlet. Çünkü devlet son tahlilde, kimin kim, neyin ne olduğu konusunda, hangi kategorileri kullanmamız gerektiği konusundaki otoriteyi elinde bulunduruyor, çoğunlukla yasa aracılığıyla bu otoriteyi kullanıyor. Ya da bürokratik kategorileri ve devletin zihinsel faaliyetlerini kullanarak, malları, hizmetleri dağıtan ya da dağıtmaktan imtina eden kamu bürokrasisi aracılığıyla.” (1)
Örneğin 2009 yılında Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde oybirliği ile onayladığı, İstanbul’un anayasası olduğu belirtilen İstanbul Master Planı (Çevre Düzeni Planı). Planı onaylayan otoritenin kısa bir süre içinde söyleminde bir değişiklik olduğu ve bu çalışmayı “yöneticileri bilgilendirmek için hazırlanmış faydalı bir rehber” olarak tanımladığı, merkezi yönetimin kararları ile uyumlu olarak değiştirmeyi amaçladığı görülüyor. Aşağı yukarı her dönemde, şehir hakkında uzmanlık kuruluşlarının kamu adına ürettiği rasyonel yaklaşım benzer bir yöntemle siyasal erkin yöneticilerine sunuluyor. Bu amaçla kamu erkini paylaşan katmanların bu bilgileri transfer etmesini sağlayacak yöntemler bulunuyor. Bunun için kimi zaman “döner sermaye” gibi bir yöntem kullanılıyor. Kimi zaman (son dönemde) siyasal erkin daha doğrudan bir kontrol sağlaması için belediye şirketlerinin devreye girdiği görülüyor. İşi veren ile işi gerçekleştirenin aynı olduğu (sanki yarışmacı bir ortam olabilirmiş gibi) göstermelik ihaleler yapılıyor. Bu işleyişi kamu adına bilgi üreten kurumları temsil eden uzmanlar kendi adlarına bu işleyişleri kullanarak, örtük biçimde onaylamış oluyorlar. Bilgi asimetrisi yaratan bu ittifak yalnızca planlama gibi faaliyetlerde değil elbette. Restorasyon, mimarlık projelerinde olduğu gibi araştırmalar, raporlamalar, arkeolojik çalışmalar da de bilgi üretimi ayrıcalıklı ilişkiler içinde örgütleniyor. Uzmanlık kurumları adına erk sahipleri de kamu adına danışmanlık işlevleri ya da kendi kurdukları paravan şirketler aracılığıyla sürece katılıyor. Yöneticilerle içerik üzerinde bir uyumsuzluk olsa da, bilgi üretiminin tamamen tekelci bir mekanizma içinde gerçekleştirilmesi, açık yapılı bir modelle farklı aktörlerin katılımına ve çoğulcu bir ortama açılmaması bu alandaki ana uzlaşma (ittifak) konusu. Siyasal erkin tepesinden yerel yönetimlere “zor zamanlarda eleştiri getirmesinler, devlet içindeki başka güçlerle değil, kendileriyle ittifak içinde olsunlar diye daha fazla plan, proje, danışmanlık işi verilmesi” dikte edildiği dile getiriliyor. Bu elbette eski bir yöntem. Böylece karar verici olan devlet iktidarını kullananlar olduğu için itirazlar dar bir alanda, siyasal iktidarların koyduğu sınırlarla tanımlanmış oluyor. Asimetrinin yeniden üretimini sağlayan ise devlet iktidarı içindeki tabakaların “kamu yararını temsil etme” iddiası ve içeriğin özcü bir biçimde ve kompartımanlar altında üretilmesi. Genellikle tartışmaların karar alındıktan sonra başlaması ve asimetriyi değiştirebilecek katılım kademelerinde tam bir karartma uygulanması bunun bir göstergesi. Temsil dışı olması gereken kurumlar, aktörler kendi kamu yararlarını temsil ediyorlar. Böylece planlar ve projeler üzerindeki tartışmaların yalnızca tercihler, içerikler üzerinden gerçekleşmesi sağlanmış oluyor.
Örneğin, Avrasya Tüneli Projesi'nin 2009 yılında Büyükşehir Meclisi’nin oybirliği ile onayladığı Master Planı’nda yer almadığı biliniyor. İtiraz edenlere göre bu proje “hukuk-dışı”. Yani geçersiz. Şimdi bir düşünelim: Bir proje uygulanıyorsa, o proje mi geçersizdir, yoksa hukuk mu? İstanbul Master Planı (Çevre Düzeni Planı) nasıl hazırlandı? Bir belediye şirketi “ihaleyi kazandı.” Burada zannedersem bir hukuk parantezi açmak gerekli: Nihai ürün (Master Plan) ortaya çıkana kadar olan işleyiş de bütünüyle “hukuk dışı”. Ancak bu süreç hukukla kuralsızlık arasında yönetilmek zorunda olduğu için tartışmaya açık olamıyor. Ne zaman ki karar alınıyor ve uygulanıyor, o zaman sınırlandırılmış bir kamusal alanda itiraz etmek mümkün oluyor. Üretim koşullarının tamamen göz ardı edilmesi, tartışmaların yalnızca içerik üzerinden gerçekleşmesi işleyiş üzerindeki uzlaşmanın bir göstergesi.
Oysa bilginin kamusal nitelik kazanması için (kapitalist toplumlarda görüldüğü gibi) kamu ile piyasa arasında genellikle temsil dışı aktörlerin katılımı ile kademeli katılım arayüzleri oluşturulması gerekir. Kapitalist sistemlerde bilgi üretiminin, kamusal kararların içeriğini oluşturan planlar ve projelerin piyasa mekanizmalarının dışında düzenlenmesi temel bir prensiptir. (Çünkü ne yapılacağı bilinmeden bir kamusal alana müdahale edilemez, piyasanın katılımına açılamaz.) Kapitalist sistemde kamunun varlık nedeni, sembolik iktidarın temsil dışı işlevleriyle piyasa mekanizmalarını oluşturmasıdır. Şehrin deniz ulaşımında örneğin, tarifelerin düzenlenmesinden kullanılacak araçların özelliklerine kadar piyasada rekabet koşullarının oluşması için kamusal bir düzenlemenin yapılmış olması gerekir. Bu düzenleme piyasa aktörlerine bırakıldığında kamu, ayrıcalık yaratmış, rekabet koşullarının oluşmasını engellemiş oluyor. Bourdieu’nün dediği gibi kapitalist toplumda devlet sembolik iktidarın merkez bankası gibi çalışır. Ama Türkiye’deki gibi ya bu bankanın çalışanları bastıkları paraları kendi ceplerine atıyorsa?
“Devlet mücadelenin ortaya çıktığı tek saha değildir. Bürokratik sahanın kendisinin iktidar sahası içinde yeniden konumlandırılması gerekir. Farklılaşmış, ileri toplumlarda iktidar biçimlerinin de farklılaştığını görürsünüz… Burada hakim olan ile tabi olan arasındaki bir mücadeleden çok iki hâkim güç arasındaki bir birincillik mücadelesinden söz edilebilir… Modernitenin ortaya çıkmasıyla ve kapitalist dönüşüm sonucunda, farklı iktidar biçimleri özerk hale gelmiştir. Kültürel sermayede bir çeşitlenme belirmiştir, üniversiteler sembolik iktidarın özerk bir merkezi olarak ortaya çıkmıştır. Hukuk ayrı bir kurum olarak belirmiştir. Ekonomi din, kan bağı ve devletle olan bağlarını koparıp özerkleşmiştir, modern bürokratik devletin kendisi ortaya çıkmıştır. İktidar odaklarının sayısı artmıştır. Bu noktada soru şudur: Bu iktidar odaklarının birbirlerine göre gücü, değeri nedir? Bu farklı sermaye biçimlerinin hiyerarşisi nasıl belirlenir? “ (2)
Türkiye’de kamu bu düzenlemeyi, yani görevini nasıl yapıyor? Bu sorunun karşılığı kamu kuruluşları aracılığıyla, yani bürokratların hazırladıkları teknik şartnameler ile. Onlar da kamu adına bilgi üreten başka kurumlara başvuruyorlar. Zannedersem burada bir sorun var. Sorun kamu adına üretilen bilginin gene kamuya transfer edilme biçiminde. Kamu erkini kullananlar kendi adlarına bizzat bilgi üretimi alanına katılıyor ve ayrıcalıklı ilişkiler içinde, kamu kararlarının, tercihlerin bağımsız, eşitlikçi koşullarda oluşmasını engelliyor. Bu görev devletten beklendiği ve kamusal niteliğin oluşumuna uzmanlar katılmadığı için kamusal alan “resmi alan” ve “piyasa alanı” olarak ayrışıyor. Böylece merkeziyetçi otoriter bir işleyiş kurumsallaşıyor ve patronaj ilişkileri güçleniyor.
Türkiye gibi ülkelerde (içerik ne olursa olsun hiç fark etmiyor) sembolik iktidarı kullananlar, kapitalist sistemle mücadele ettiklerini zannederken, kapitalizmin örgütlenme mantığının işleyiş yapısını kendi ayrıcalıklarını temsil etmek için bozmaya çalışıyorlar. Bu nedenle işleyişin yarattığı eşitsizlik, asimetri yalnızca itiraz edilerek düzeltilemiyor, değerlendirme kapasitesine kavuşmamış toplulukları (madunları) güçlendirmiyor. Bunu İstanbul’un ulaşımı üzerine gerçekleştirilen bir anket çalışması da kanıtlıyor. 3. Köprü’ye onay verenler içinde önemli bir payı temsil eden topluluk, projenin yeri, etkileri hakkında bilgi sahibi olduğunda karar değiştiriyor (3). Bu anket, projeler üzerindeki içerik tartışmalarından çok işleyişteki asimetrinin değişimini sağlayacak yöntemlerin kararları etkileyebileceğini gösteriyor.
Bu nedenle bilginin içeriği kadar hangi koşullarda ve hangi yöntemlerle üretildiği de önemli.
Bu nedenle demokratik bir tavır, karşı çıkmak veya kabul etmekten çok asimetriyi engellemeye ve farklı olanı keşfetmeye dayanan bir çaba olmalı. (KG/AS)
Notlar:
1. Loïc Wacquant, “Maddi İktidar ve Sembolik İktidar Ayrı-mı (?)” Birikim Dergisi Sayı 219, Temmuz 2007
2. Loïc Wacquant, a. g. e.