Gönül Yarası'ndaki bir sahne hepimizin aklındadır: Aynur Doğan tarifle anlatılmaya cüret ettirmeyen sesi ile Dar Hejirokê'yı (İncir Ağacısın) söylerken Meltem Cumbul'un oynadığı Dünya karakteri "Abi bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerek?"demişti.
Aldığım Antropoloji eğitimi bir nasihat vermişti bana: "Evrensel sözcüğü arkasından gelebilecek algı, alışkanlık, yorum, tanım ve daha birçok tamlananı çöpe at." Bu replik ise istisnai örneğin ta kendisinin ezcümlesi. Eee, senaryo biraz da avcılık işi. Filmimizin adı da "Av Mevsimi".
Senarist için akılda kalması gereken sahnelerin ön hazırlığı hayatın ajitesini, cesaretini, plansızlığını, görünmek istenmeyen gerçekliğini gözlemlemek ve çoğu kez de hayal etmekten geçer. Akılda Çiçek Abbas, Tosun Paşa, Davaro, Züğürt Ağa, Gönül Yarası ve üzerine Yavuz Turgul'un son filmi olan Av Mevsimi üzerine yazılan çizilenler... (Saydığım filmler Turgul'un senaryoluğunu yaptığı filmler) Geçirdim çapraz çantamı omzuma, düştüm sinema yoluna.
Filmin ilk yarısının "öyle ya da böyle" sürükleyici olduğunu söyleyebilirim. Canınız sıkılmıyor, gülüyorsunuz da. Film analizi yapıp, metinsel atölyeye çevirmeyeceğim bu satırları. Sadece ilgili ben mecrasından bir iki şey söyleyeceğim.
Karakterlerden Çömez (Okan Yalabık), Antropoloji Yüksek Lisans öğrencisi. Tez konusu "Seri Katiller". Deli lakaplı İdris (Cem Yılmaz) karakterinin dediği gibi "Bizim ülkede seri katil yok ki!" Tezin sorunsalı "Batıda seri katiller varken, Türkiye'de niye olmaması" gibi dâhiyane bir saçmalığın bir sosyal bilimi harcaması.
Türkiye'de Antropolog olmak demek "Ne log? Ne yapıyon yani? Haaa" gibi tepkiler ve peşisıra gelen espriler. Filmdeki İdris de bu görevi yerine getiriyor. Mesleksel sahiplenişe ara verip, etnik durumumla alakalı filme duyduğum yakınlığa geçeyim. Bir emekliye ayrılış kutlaması sahnesinde kullanılan kıymetli Kazım'ımızın "Hayde"si memleket şovenizmi zaafımı yakalamış gözükse de acemi bir profesyonellikle söyleyebilirim ki buradaki tek başarı teknik ekibin sesi enstrümansız gayet dinlenilesi yapması.
Eminim ki izleyince kulaklarımı çınlatacaksınız. Geriye kalan zorlama ve yapay duran eğlenme halleri. Cem Yılmaz'ın Lazca konuşması, annesi rolündeki kadının "E Asiye" türküsünü ufak ufak mırıldanmasına hoş diyeceğim o da benim depreşen yanımın kıyağı olsun ki bu sahnelerde oldukça sırıttıktı. Bu ve benzer sahneler senarist ve yönetmenin (bazen ayrı ayrı) avcılığını gösterdiği hünerli "hafıza" işgal silahları. Ama pek olmamış, darısı yapılacak yeni filmlere.
Gelelim filmimizin kusurdan öte ayıplarına. Senaryodaki aksaklıklar, atlanılan detaylar, takip edilen merakın sadece kafasını saklayabilmesi gibi hikâye kurma yeteneksizlikleri sevişmeye gelen çiftlerin bile fark edeceği dozdaydı. Hele nehirde bulunan kesik kolun, katilin av evinin dibinde olmasını filmin sonunda gördüğümüzde karanlık salonda "Hayde gidelum hayde, hayde gidelum hayde" bağırasınız gelebilir.
T.C. kimlik numarası ile anamızın kızlık soyadına bile ulaşılırken öldürülen genç kızın (üstelik yaşı büyültülerek) gene bu evin sahibiyle evli olması, cinayet masasının kayıtlarında bulunamayacak kadar ihmal edilmiş olay öncesi zincirlerden sadece biri ki bugünlerde tek bir kişinin cevvalliği ile devletler arası dedikoduları oturduğumuz yerden takip edebiliyoruz. (En azından bir kısmını)
Shakespeare'ın bir sözü ise filmin entelektüel takipçisine pek de zekice olmayan enstantaneyi yakalayabilmesi için dillendirilmiş. (Çömez, elindeki ceset kokusunu film boyunca gidermeye çalışır. Bir diyalogda söylediği Shakespeare'ın şu cümlesi "Cinayet yerin bütün toprağıyla örtülse yine kendini belli eder." ve tabii bilen için Leydi Macbeth karakterinin elindeki kan kokusunu bir türlü yok edememesi benzerliği kitap kurtları için yakalanması gereken yemdir.)
Film için sıkça söylenilen safkan polisiye, yok efendim bu türde ilk ciddiye alınacak film vb... gibi alkışlı yorumlar oldukça uzak bana. Kaldı ki film polisiye değil. Merak uyandırma gibi bir derdi de yok. Hoş merak uyandırmayan polisiye de olur. Başka kurgu marifetleri girer devreye.
Filmin başlangıcında gösterilen garip yer ormanlık içindeki bir nehir. Renk tonlaması hoş olmuş. Filmin geri kalanında bu ton kullanılmıyor sadece oraya has. Gerçi pek de sevmem hayatta karşılığı olmayan bu ton ayarlarını. Neyse sinemanın izafi estetiği diyelim, geçelim. Bu arada kesik elin bulunduğu bu nehir yanlış hatırlamıyorsam birkaç haftada hazırlanmış bir film platosu. Bu da sinemanın artistik patinajı, illa kapitalist endüstriye paralar saçma sanatsal bahanesi.
Filmin sonlarına doğru Yavuz Turgul'un dram alışkanlığı kendini göstermeye başlarken ilk akla gelebilecek türden bir insaniyet dersi verilmeye çalışılmış. Bu kısmı anlatmadan geçeyim. Tüm oyuncuların inişli çıkışlı rol kesme kabiliyetleri Cem Yılmaz'da tavan yapıyor.
Hatta çoğu sahnede Cem Yılmaz bildiğimiz Cem Yılmaz gibi. Hele o sahneeee!! Casting denilen şeyin önemi bu filmde daha da iyi anlaşılabiliyor. Şener Şen gibi bir oyuncu bile üzülerek söylemeliyim ki karaktere uzaklığının kurbanı oluyor. Hem lakabın Avcı olacak hem de aklın kıt olacak... Bu rolün kesilmesi mümkünsüz bence.
Neyse, anladığım şudur: Bir yönetmen için film türleri arasında dolaşmak oldukça riskli. Elzem değilse bulaşmamak lazım. (Araya sıkıştırmak gibi olmasın ama Fatih Akın'ın da politik film yapmaktan vazgeçmesini istediğim gibi) Mahsun'un filmini izlemedim ama ondan iyidir diyeyim. Hay Allah bir taşla üç kuş mu vurdum? Burada "KESSS". (FG/EÖ)
Not: Detaylara girmeme konusunda sık sık klavyenin delete tuşunu kullandım. Umarım iş görmüştür ve bu hassasiyet hâsılata engel olmayayım inceliğinden kesinlikle değil.