Beden deformasyonunun ifşasıyla sağlanan özneleşme sürecini; kendini arayan ruhların mistik, acılı ve görsel bir fantaziye dönüşen deneyimleri ile kurban ve azizlerin görüntülerinden yansıtan fotoğraflarla, bedeni keşfetme yolculuğundaki baştan çıkma oyunun bireyler üzerindeki etkilerini, modern dünyada seyirciye dönüşen okura ulaştırıyor. Kitapta, 1968 tarihli ‘Holocaust’ fotoğraflarına yazdığı metin ile yer alan Gianfranco Baruchello’nun ‘Metazori’ adlı çalışması ise, çocuk bedenlerine uygulanan işkenceyi anlatıyor.
‘Holocaust’ kavramını tek başına anlatmanın güçleştiği, hatta imkansızlaştığı modern zamanlarda, görsel kanıtları olan bu suçu yazıyla ifade eden Baruchello; çocuk bedenlerine uygulanan sistematik işkencelerin anlamsızlaştırdığı beden kavramının, bireyin somut varlığını ortadan kaldırmaya yönelik otomatikleşmiş nefretle, nasıl araçsal bir toplu kıyım ayinine dönüştürüldüğünü şiirsel bir dille kaydediyor.
Auschwitz’den sonra sanat hâlâ mümkün mü?
“Çocukların eti, çocukların bedeni, kurban çarklarının ritüelindeki çocuklar. Bir napalm alevinde beliren minnacık kuşlara benzeyen çocukların güller üzerindeki bir çemberle kuşatılan bedenleri. Zenci sessizce akıyor; ölümden ancak ölüm çıkıyor. Hiçliğin sapkın melankolisi hâlâ burada, kuş cıvıltılarını bastıran çocukların uğultusuna karışarak suçunu açığa çıkarıyor; alev hâlâ felaket için devam ediyor, her defasında farklı soykırımlar bedeni maddeye dönüştürüyor; güç, şiirsel bir biçimde kötü ruhları kovuyor. Ama bunlar öteki sınırlar. Ve bilinç, ait olduğu sınıfa yönelik nefretinin, nasıl sınıfsal düşmanlığa dönüştüğünü bilmeyen entelektüeli beklemeyecek. Bugün bu satırları, ‘metazori’ kavramını gözden geçirerek yazıyorum.”Gianfranco Baruchello’nun, ‘metazori’ kavramının içerdiği güç, şiddet ve zorbalık çağrışımlarını göz ederek, Nazi soykırımından, siyahlara yönelik katliamlar ile tüm dünyada yaşanan kitlesel kıyımlarda, modern dünyanın tüm ötekilerine çocuk bedenlerinin ayinsel kurbanları aracılığıyla yönelen sınıfsal nefreti açığa çıkaran ölümlere yaktığı bir ağıt olan çalışması; entelektüel kavramının kendisini de tartışmaya açıyor.
Sadece içine doğduğu sınıfa duyduğu kin ile tüm dünyaya öfke kusan entelektüelin sessiz kaldığı kıyımlar ve katliamların, ölü çocuk bedenleri için hiçbir anlam ifade etmediğini çarpıcı bir dille açığa çıkaran Baruchello için aslında, arkaik babasına duyduğu nefreti açığa koyamadığı için kendi sınıfına duyduğu öfkeyi bir aşk-nefret ilişkisi içinde felç eden bir bağlılıkla idame ettirerek, çocuk ölümlerine seyirci kalan entelektüelin işlevinin soykırım sonrasında bittiğini de anımsatıyor.
“Auschwitz’den sonra sanat hâlâ mümkün mü? sorusuna da bir yanıt olarak yazılan bu kısacık metin, tüm dünyanın ve bilhassa entelektüelin seyirci kaldığı Nazi soykırımı, Ermeni kıyımları, Filistin katliamları, Güney Afrika’daki kıyımlar ve bugün Silopi’ de ki kuyulardan çıkan kemik ve saçlardan anlaşılan Kürt halkının toplu ölümleri ve daha sayılamayacak kadar çok katliama sessiz kalan entelektüelin değişen işlevini ya da işlevsel entelektüel olma kavramını tartışmaya açıyor. Ayrıca, entelektüelin ve sanatçının görevi, ‘geliyorum’ diyen soykırımlara karşı insanları haberdar edip çekip gitmek midir sadece ya da bütün bir insanlığı, ortak evrensel değerler çerçevesinde oluşturulacak etik bir bilince yönlendirmek midir sorusunu da yöneltiyor?
Celladına gülümseyen çocuklar
Çünkü sadece kendi dinimize, milliyetimize ve dilimize göre belirleyeceğimiz insanlık/uygarlık kriterleriyle desteklemeyi aşacak kadar acı bir deneyim soykırım mağduru olmak ve bu korkuyla yaşatılmak. Hele de çocukken, sebepsiz nefrete maruz kalmak ise bambaşka bir durum. Her türlü modernite kavramını yerle bir ediyor bir çocuğun etnik milliyetinden dolayı yakılarak ya da herhangi bir biçimde öldürülmesi.Bu durumda da, Baruchello’nun yazısında belirttiği gibi ‘Holocaust’ sonrası gelen bilinç entelektüel beklemiyor, zaten gelecekte bir rehber niteliğindeki entelektüele ihtiyaç duyacak çocuk bedenleri de sadist bir kurban töreninin, Aztekler’den itibaren mağdurları olduğundan, savrulan küllerden çıkan parıltılarla, geride kalan efendilerin güç kaynaklarını besleyecek maddelere dönüşüyorlar. Modern zannedilen dünyada insan, yazık ki her katliam ve cinayetle bir defa daha aslında içinde taşıdığı pre-modern dünyanın şiddetini, her devirde olduğu gibi, insanın uygarlık sandığı kendi kötülüğü ile geleceğe taşıyor.
Shakespeare’in, iktidarın aile, kardeşlik ya da değer tanımadığını anlatan muhteşem eserlerinden biri olan ‘Kral Lear’da yazdığı gibi ‘hiçlik, hiçlik getiriyor’ ve sapkın melankolilerin, oligarşik imparatorluklardan modern ulus devletlerin inşası geçiş aşamasında kayıp topraklar nostaljisi üzerinden oluşturulan hastalıklı bağlılıklarının da, sıradan insanları birey yerine büyük ülküler adına birer savaş makinelerine dönüştürdüğünü gösteriyor.
Bir zamanlar Yusuf’un kardeşleri tarafından itildiği kuyudan artık su yerine insan kemikleri ve ölüm kokusu çıkıyor ve hâlâ insanlar görmezden gelmeye, ‘bu bizden değil’ zihniyetini sürdürmeye devam ediyor. Aslında belki de her şekilde insan, ölümüne seyirci kalmamak için entelektüel olmak da gerekmiyor. Vicdan, insan onuru ve evrensel yasalar, kardeş katlini değil yaşamı emrediyor. Her milletten insanın bu dünyada kendine ait bir yeri olduğunu kabul edemeyenler için ise, insanlık geçici bir süre için rafa kaldırılabiliyor dilsiz ve sessiz bırakılan coğrafyalarda.
Geriye de celladına gülümseyen çocukların cansız bedenlerinden yükselen küllü acılar kalıyor. Sebepsiz bir boşluğa, başkalarının toplumsal statülerini simgelemek için doğan çocukların, hiçlik içindeki gölgelerinden göğe yükselen tozları; iktidar hırsıyla tutuşturulan alevlerin göz alıcı parıltısını söndürerek, gökyüzüne kazıyor yaşamı tanıma şansı verilmeden yok edilen bedenlerini: “Sonsuz bir masumiyetinin, pembe çocuk gülüşlerinde.”(YK/EÜ)