*XY Chelsea belgeselinden.
Amsterdam'ın medarıiftiharı belgesel film festivali IDFA kapsamındaki Margaret Atwood: A Word After a Word After a Word Is Power adlı filmin gösterimleri dolup taştı:
Etkinliğin klasik seyirci profilinden farklı olarak, Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid's Tale) dizisinin hayranlarının çoğunlukta olduğu dikkat çekti.
Ne de olsa edebiyat çevrelerinde zaten layıkıyla tanınan yazar Atwood'un popüler bir ikon haline gelmesi 1985'te yazdığı kitabın televizyon dizisine uyarlanmasıyla oldu.
Baskıya karşı kadın direnişinin sembolü haline gelen kahramanlarının kökleri Nancy Lang ile Peter Raymont'ın yönettiği belgeselde ayrıntısıyla irdelendi.
Kuzey Ontario ormanlarında geçen çocukluğu sırasında tabiatla iç içe olmayı ve çetin şartlarıyla mücadele etmeyi öğrendiğini görüyoruz.
Kadının yerinin ev olduğunu iddia eden 50'li yılların tutucu zihniyetine aykırı olarak başını alıp Harvard'a okumaya gittiğini de. Aktivizmden geri kalmadığını, 60'lı ve 70'li yılllarda elde edilen muhtelif haklardan mahrum bırakılmaya başladığımız muhafazakâr 80'lerde Batı Berlin''de meşhur distopik eserini yazdığını öğreniyoruz.
Kısa bir süre önce yitirdiği eşiyle özel anları paylaştığımız gibi dizinin devamı anlamına gelen The Testaments'e imza attığını da. Klasik biyografik belgesel formatında kotarılmış film ilgiyle izlenirken yazarın mizahi yanına vâkıf oluyor, günümüzde yaşananları onyıllar öncesinden öngörüp bizi uyarmış olan Atwood'a tekrar saygı duyuyoruz.
Koleksiyoner deyip geçme
Amsterdam'a bu aralar uğrayanlar Yeni Rijk müzesinde Rembrandt ve Velazquez en başta olmak üzere o dönem Hollanda ve İspanya resim sanatının beraberce duyumsanmasını sağlayan sergiyi gezebilir.
Hele de usta belgesel yönetmeni Oeke Hoogendijk'in elinden çıkma, IDFA'da dünya prömiyeri yapmış My Rembrandt (Mijn Rembrandt) adlı filmi seyrettiyseniz keyfinize diyecek olmaz.
Kendinizi bir anda gezegenin en tutkulu koleksiyonerlerinin dünyasında bulduğunuz gibi, sanat simsarlarının hırsla bezenmiş icraatına, müzeler arası rekabetin nasıl hükümetler arası beynelmilel diplomatik krizlere dönüşebildiğine de tanık oluyorsunuz.
Rembrandt'ın resimlerinde normal şartlarda asla vâkıf olamayacağınız teferruatı beyaz perdede devasa boyutlarda izleyebiliyor, resim restorasyonunun meşakkatli ritmine kendinizi seve seve kaptırıyorsunuz.
Usta sinemacı Hoogendijk devler arasındaki savaşı yorum yapmadan, asla taraf tutmadan izliyor, bir yandan Rembrandt'ın gücünden hiçbir şey yitirmemiş estetik evrenine bizi taşırken aynı zamanda belgesel estetiğinin de hakkını veriyor.
The Band
Martin Scorsese'nin 1976'daki veda konserlerini layıkıyla belgelediği The Band grubunun rock müzik tarihinde yeri bambaşka. Ronnie Hawkins ve Bob Dylan gibi müzisyenlerle çalıştıktan sonra başarıyla kendi yollarına devam eden grubun üyeleri kendilerini beş kardeş olarak betimliyorlardı.
Oysa grubun bir çeşit lideri konumundaki Robbie Robertson'ın yıllar sonraki tek taraflı anlatımında her şeyin belki de toz pembe olmadığı anlaşılıyor.
Uyuşturucu ve uyarıcıların etkisiyle yükselen yaratıcılık aynı zamanda bazı üyelerin kısa zamanda öbür dünyaya göçmesine de neden olmuşa benziyor.
Yönetmen Daniel Roher'in elinden çıkma Once Were Brothers: Robbie Robertson and The Band adlı belgesel bizi grubun parlak yıllarına taşıdığı gibi müzisyenlerin özel yaşamına da bir nebze sızmamızı sağlıyor.
Kanada yapımı 100 dakikalık film seyirciyi kesinlikle müziğe doyuruyor, arada Bruce Springsteen ve George Harrison gibi duayenlerin grup hakkındaki duygularını aktarıyor, fakat özellikle genç yaşta aramızdan ayrılanların bakış açısını tam da anlatamadığı için içimizde buruk bir his bırakıyor.
#Chelsea
Tam düze çıktığına ikna olduğumuz anda tekrar cezaevine kapatılan Chelsea Manning'in hikâyesi de çarpıcı olduğu kadar buruk. Genç ve kabiliyetli yönetmen Tim Travers Hawkins'in başarıyla kotardığı XY Chelsea adlı belgesel ABD ordusunun savaş suçlarını ispiyonladığı için günah keçisi ilan edilmiş kahramanına saygıda kesinlikle kusur etmiyor.
Fakat tahmin edebileceğiniz gibi filmin içeriği sadece Assange'ın WikiLeaks'ine aktarılmış bilgilerle kısıtlı değil. Vatan haini ilan edilen Chelsea aynı zamanda kadın olma sürecindeki bir trans bireydir fakat yetkililer onu erkekler hapishanesine uygun gördükleri gibi muhtelif haklarından da mahrum bırakmışlardır.
Günümüz ana akım belgesel kodlarını mevzuya ustalıkla yediren sürükleyici yapım bizi cesur olduğu kadar kırılgan kahramanına epeyce yaklaştırıp onunla empati kurmamıza imkân tanıyor.
IDFA sırasında seyircilerin sorularına cevap veren yönetmen Hawkins kendini toplum içinde farklı bir noktada konumlandıran birinin hayata bakış açısının da farklı, analitik ve daha objektif olduğuna dikkat çekti.
Chelsea'nin dediği gibi "Bitmez tükenmez bir şiddet, ölüm ve yıkım akımı" karşısında aklıselim sahibi her insanın vereceği tepki onunkine tabii ki benzeyecektir. XY Chelsea'nin etkisinden uzunca bir süre çıkamayabilirsiniz.
Milliyetçilik çoktan bayatladı
Kendinizi üzerinize çamur bulaşmıştan beter hissedeceğiniz bir belgesel tecrübesi ise Trump'ın seçimleri kazanmasının mimarı olarak görülen Steve Bannon hakkındaki The Brink. Geçen sene yine IDFA'da, belgesel markası Errol Morris'in elinden çıkma American Dharma'yı izlemiştik; beyin jimnastiği efektli olması beklenen yapımı seyrettikten sonra kendimi epeyce örselenmiş gibi hissetsem de Alison Klayman'ın filmini izeyince Bannon'ın iğrençliğine kesinlikle ikna oldum.
Filmin kahramanını gündelik hayatında takip ederken edindiğimiz izlenim çok daha geniş kapsamlı, ekibi ve etrafına topladığı yandaşlarının enerjisi çok daha aydınlatıcı.
Ahlaki çöküntünün dibine vurduğunuzu, sağduyuyla tamamıyla alakasız bir noktada olduğunuzu, mantığınızın safdışı kaldığını defalarca hissedebilirsiniz.
Ne de olsa birbirleriyle asla bağdaşamayacak çeşitli diyarların milliyetçiliklerini tek bir çatı altında toplamayı şiar edinmiş popülist bir çıkarmadan bahsediyoruz.
Bannon negatif titreşimlerle dolu bulduğu Beyaz Saray'dan kovulduktan sonra ne de olsa en başta Avrupa'da olmak üzere dünyanın çeşitli Neofaşist akımlarını birleştirip sanki yeni bir Haçlı seferine soyunmuş vaziyette.
Aynı memlekette iki milliyetçi partinin bile yan yana zor varolabildiği dünyamızda Bannon gibilerin nefret, ayrımcılık ve ırkçılığa dayalı tantanalarına karnımız tok!
Gezi deyince...
Basılı gazetelerden neredeyse tamamıyla internet ortamındaki haberciliğe geçildiği, gazetecilerin vatan haini ilan edilebildiği günümüzde Alan Berliner'in Letter to the Editor'ı bildiğimiz anlamdaki "gazete"ye bir saygı duruşu. 40 senedir düzenli olarak biriktirdiği, dünyanın en saygın medya temsilcilerinden New York Times'ın resmi geçidi de denilebilir.
Berliner'in IDFA sırasında Avrupa prömiyeri gerçekleşen 88 dakikalık son filminde yönetmenin dünyaya, gezegeni etkileyen belli başlı olaylara bakışını gazetelerden kestiği fotoğraflardan müteşekkil bitmez tükenmez bir kolaj halinde izliyoruz.
Senelerden beri kafasında olan projeye ne zaman başlayıp ne zaman bitireceğini pek kestiremezken 2013 yılında Documentarist'in davetlisi olarak bulunduğu İstanbul'da kafasındaki ampul söndürülemeyecek şiddette yanmış.
ABD'nin başındaki belanın da bu mega projeyi hayata geçirmesinde katkısı unutmamalı.
Filmde genelde sansasyonel olaylara belirli bir süre ayrılmış olsa da sıra Gezi protestolarına geldiğinde Berliner coşuyor ve dinamiğe şahsen tanık olmasının verdiği avantajla seyirciyi gerçekler hususunda bir kez daha ayrıntısıyla aydınlatıyor.
Filmin dili biraz bayat, ayrıca monoton gelebilir, fakat yalan haberle kuşatılmaya çalışıldığımız günümüzde genelde güvenilir bir kaynak olarak pozisyonunu koruyan New York Times ve benzeri medya unsurlarına danışmaya devam etmemiz yönünde de obsesif bir çağrı.
(MT/PT)