Burgaz Adası'nda atlarına büyük ihtimam, şefkat ve sevgiyle bakan faytoncu Bülent Yılmaz genç yaşta vefat etti
Bülent'le resmen tanışmamız adanın Hristos tepesinde daha birkaç hafta öncesine dayanıyordu.
Oysa birbirimizle çocukluğumuzdan beri göz aşinalığımız vardı, yollarımız ender olarak çakışsa da, Burgaz Adası'nın ayrı mahallelerinde otursak da beraber büyümüş, aşağı yukarı aynı dönemlere tanıklık etmiştik; özellikle son yıllarda artırdığım Kalpazankaya yürüyüşlerinde daha sık karşılaşır olmuştuk.
Kendisi hürmette hiçbir zaman kusur etmezdi, farkındalığı daima yüksek seviyede, ilgili ve sevecendi. Mutlaka nazikçe selam verir, içinde müşteriler olsa da fayton yanımdan süzülürken gayet kontrollü bir ses volümüyle hatırımı sormayı bile ihmal etmezdi.
Sık sık çıktığım, adadan pek az insanın zahmet edip ziyaret ettiği Hristos, namıdiğer Bayrak Tepesi'nde o gün, sırtı yaşlıca bir çamın gövdesine dayanmış Bülent'i görünce bir ergen heyecanıyla ilerleyip yanına oturmuştum; ikimiz de guruba nazır, serbestçe otlayan atlarının silüetlerinin karşısında, sanki yıllarca geciktirilmiş koyu bir sohbete dalmıştık.
Artık tanışmamızın vakti gelmiş de geçiyordu; küçücük bir adada 40 yılı aşkın bir süre beraber yaşayıp aramızda doğru dürüst nesil farkı olmamasına rağmen birbirimizi ne kadar da az tanıyorduk.
O benimle ilgili bildiği birkaç anekdotu, mesela benimle beraber sık sık gördüğü için aramızda yakın akrabalık bağı olduğunu düşündüğü insanları ve daha birçok tahminî bilgiyi paylaştı; bazılarının gerçekle alakası bile yoktu.
Ben ise onun hakkında çok daha az şey biliyordum. Aynı adada yaşamanın, ayrıca ortak bir maziye sahip olmanın ayrıcalığını bu ilk görüşmeye sığdırmamız mümkün olmasa da hararetli laflamamız uzayıp gidiyordu.
Toplumsal sınıf meselesi
Acaba bizi ayıran, benim azınlıktan bir yazlıkçı, adadaki nispeten konforlu evlerde yaşayan bir küçük burjuva, onun bir Müslüman, Burgaz'ın ceremesini belki hayatının uzun bir dönemi boyunca bir gecekonduda oturup yaz kış çeken bir faytoncu olması mıydı?
Geçmişin çirkin hadiselerine dayanan sebepli korkular, önyargılar, paranoyalar, ayrıca maşa ve gammazların işlediği haltlar daracık adada daima daha fazla hissedilmemiş miydi?
Birbirimize her daim temkinli yaklaşıp ilişkilerimizin "seviyeli" olmasına en azından biz, epeyce dikkat etmemiş miydik?
Büyüklerimiz bize her zaman mütevazı olmamız ve kimsenin kıskançlığını tetiklememek üzere var oluşumuza azami ihtimam göstermemiz gerektiğini öğretmemiş miydi?
Adanın kremasını iklimin tatlı olduğu dönemlerde yiyenler yine de her zaman biz değil miydik?
Birileri güneşin alnında hizmet ederek o zamanlar belki başka kazanç yolları bilmediğinden birkaç ay içinde tüm yılı idare edecek geliri elde etmeye çalışıp didinmiyor muydu?
Kızlı erkekli gruplarda belki küçücük botlarda veya optimistlerde, ama bazıları yatlarda, kotralarda keyif çatıp sadece azaların girebildiği kulüplerde ayrıcalıklarımızı keyifle yaşarken, birbirimize ne kadar yakındık Bülent?
Biz ayrıca ilkbaharın baş gösterdiği anlardan itibaren adaya gidip gelmeye başlayarak yaz sefasını Cumhuriyet Bayramına kadar uzatıp kendimizi diğerlerinden daha adalı sananlardandık. Zaten siz, sanki hiç yoktunuz!
Zaman değişti (mi?)
Tabii artık yeni bir çağa girmiştik, sınıflar arasındaki uçurumlar sonunda silinmişti. Özellikle sosyal medya çılgınlığıyla herkes birbiriyle "arkadaş" olmuş, yıllar boyunca hakkında konuşulmayan azınlık mevzuları bile gündeme düşmüştü.
Günah çıkarmalar, ortak hatıraları deşmeler, nostalji orjileri.
Dünyanın muhtelif noktalarına göç etmiş Rumlar'ın adaya kısa bir süreliğine de olsa dönmesinin ürünü "reunion"larla taçlandırılan buluşmalar. Peki bu sevince hepimiz dahil edildik mi, sosyal patlamanın yaşandığı bu zirvede herkese eşit yer verilmiş miydi?
Yoksa birileri kendini yine dışlanmış hissedip haset ve kıskançlıkla hadiseyi uzaktan mı izliyordu?
Ya buna eşzamanlı olarak, şehir iyice yaşanmaz hale geldiğinden adada yaz kış oturmaya başlayanlar çoğalmış olsa da burjuvalarla hizmet sektöründe çalışanlar arasındaki mesafe azalmış mıydı?
Birilerini küçük görmemek veya birilerini aşırı yüceltmemek için, üstünlük veya aşağılık kompleksine kapılmamak üzere hangi çağdaş tartı teçhizatına başvurmamız gerekiyordu?
Birbirimize koşulsuz güven duymayı günün birinde başarabilecek miydik? Yoksa yeni boyutlar kazanarak, tedirginlik ve korku hayatlarımıza hâkim olmaya devam mı edecekti?
Fayton meselesi
Bütün bunları Bülent'e bir anda kusmam mümkün değildi, fakat düşüncelerimin bir kısmını, aramızdaki mesafenin müsebbibi olarak, sınıf farklılıklarının altını çizerek tabii ki ifade ettim.
Beni sakin sakin, sabırla dinliyor, bazen hak veriyor, bazen kendi bakış açısını ifade eden kısa cümleler kuruyordu.
Tabii konuşulacak mevzu çoktu, ne de olsa bulunduğumuz tepeye kadar Burgaz Burgazada olalı beri ilk kez kırıntı halinde olsa da asfalt dökülmüştü.
Birkaç adım ötemize orman görevlisinin ifade ettiği biçimde, güvenlik zaafı yüzünden bekçi kulübesi diye prefabrik bir villa bile kondurulmuştu.
Mevzubahis zaafı yaratan eski püskü ormancı konteynırı, prefabrik yapının inşaatı bittiğinde hemen arkasında aynen durmaya devam edecekti.
Faytonlar ise zaten yıllardan beri topun ağzındaydı. Fakat bu hususta kendisini fazlasıyla çekimser, hatta kötümser görmüştüm.
Hristos'tan ahırlara giden arka yoldan o ve ben, üç atıyla beraber inerken atlarını bana anlatan, onlarla konuşan, onlara her fırsatta yakınlaşıp okşayan Bülent: "Kaldırsınlar bence, belki daha iyi olur" gibisinden bir cümle kurdu, bana kendi mazoşistliğimi hatırlatan bir tavırla.
Yerli ve yabancı olmak üzere kalabalık turist kafilelerinin hedefi Büyükada ve Heybeli'dekilere göre vaziyetleri çok daha iyi görünen, daha az yorulan ve özenle bakılan atlardı Burgaz'ınkiler.
Bazı meslektaşlarının hayvanlarına iyi davranmadığını mı ima ediyordu bilmiyorum, fakat atları sevmeden öyle meşakkatli bir işe kim girişebilirdi?
Gezegen bize bile dar geliyor
Tüm dünyada insanlar, daha önce ulaşılmaz gibi görünen uç noktaları kendi çıkarları için istila ederken atların serbestçe dolaşabileceği kaç bozkır, kaç yayla, kaç vadi kalmıştı?
Neredeyse insanlık tarihi kadar eski zamanlardan hizmetimize amade ettiğimiz binek hayvanlarından atlara ihtiyacımız olmadığı takdirde kim, kaç tanesine, hangi amaçlarla bakacaktı?
Günümüzde bile çevrecilerin her gün karanlık güçler tarafından öldürüldüğü gezegenimizde gelecekte atlara kim garantör olabilecekti? Artık işimize yaramadıkları için yok olmaya yüz tutmuş hayvan türlerinden biri haline kısa zamanda gelmezler miydi?
Yeni doğan nesiller şehirlerde, AVM'lerde geçen uzun saatlerden ayırabildikleri zamanda evcil hayvanları tanımak için gidecekleri hayvanat bahçelerinde mi, yoksa kalan birkaç tane geleneksel çiftlikte mi atların varlığını hatırlayacaktı?
Acaba onları sadece eski zamanlarda çekilmiş film ve belgesellerde seyrederek mi anacaktı?
Hipodromların dokunulmazlığı mı var?
Ayrıca kapalı kapılar ardında, yine ayrıcalıklarla donatılmış hipodromlarda atların başına gelenler niye sorgulanamıyordu?
Adalarda faytonlara koşulan atların arasında, ganyanların uçuştuğu ortamlarda sakatlanıp ıskartaya çıkarılanların oranı yüksek değil miydi?
Büyük şehirlerimizin yoğun trafiğinin içinde hâlâ görülebilen ağır yük arabalarını çeken atların vaziyeti niye sorgulanmıyordu?
Adalardaki atlara yönelik zulme karşı kampanyaya, vahşet gözümüzün önünde açıkça vuku bulduğu için mi, büyük ölçüde vicdanımızı rahatlatmak amacıyla mı girişmiştik Bülent?
Adaya karantina sebebiyle sokulmayıp güneşin altında günlerce bekletilen onca atla niye kimse ilgilenmemişti? Medyaya yansıdığı kadarıyla birkaç tanesi nasıl, niye ölmüştü?
Niye kolay yolu tercih ediyor, onun yerine atların layıkıyla bakılacağı, sınırlı ölçüde çalıştırılacağı, gerekli tıbbi önlemlerle korunup ilkeli biçimde denetleneceği bir sistem için mücadele etmiyorduk?
ABD bile çaresiz
Amerika Birleşik Devletlerinin yüzölçümü Türkiye Cumhuriyeti'ninkine göre kat kat büyük olmasına rağmen kovboy kültürü gibi kimliklerinin ayrılmaz parçalarından sayılan mustang atlarına neden çözüm bulunamıyordu?
Bunun sebebi, bir zamanlar coğrafyanın yerlilerinin veya onları yok etmek üzere uğraşanların bindiği atların kullanım alanının iyice daralması olmasındı?
Peki onlara serbestçe yaşamaları için tahsis edilen nispeten geniş alanlarda çoğaldıkları zaman çevrede yaşayanlara rahatsızlık verdikleri ve bir kısmının yok edildiği biliniyor muydu?
American Mustang (Yön. Monty Miranda) filminde belirtildiği gibi ABD yönetiminin doğada serbestçe yaşayan at sayısına göre çok daha fazlasını neye hizmet ettiği belirsiz çiftliklerde tutsak etmesi sorunun kangren haline geldiğinin ispatı değil mi?
Mega projeler dururken devlet büyüklerimiz neden yerel yönetimlerin halledebileceği böylesine küçük çaplı meselelere değerli vakitlerini ayırmak zorunda bırakılıyor?
Yok, bu işin büyüğü küçüğü olmaz diyorsak niçin Prens Adalarına getirtilmek istenen elektrikli araç taşımacılığına orada yaşayanların fikri sorulmadan, faytonların esamesinin okunmadığı, Ermeni ve Süryaniler'in yoğunlukla bulunduğu Kınalı Ada'dan başlanıyor?
Tembelleşen ve günbegün obeziteye teslim olan bedenlerin hastalığa davetiye çıkardığı, ayrıca adaların gelişme çağındaki çocukların uzun uzun yürümeleri veya açık havada koşmaları için son kalan coğrafyalardan olduğu neden inkâr ediliyor?
Adalar SİT alanı mı, lunapark mı?
Yoksa birilerinin içinde, proje ne olursa olsun sabırla beklenen "Devlet Baba sonunda bizi gördü!" hissiyatı mı kabarıyor?
Her yere asfalt, her yere imar izni verilmesi şimdiye kadar geleceği göremeyenlere yeni bir ufuk mu açıyor?
Birbirinden iddialı ve fiyakalı elektrikli araçlarla sonunda adalılar arasında tatmin edici bir sidik yarışına girişilecek mi?
Böyle giderse ortalık Büyükada örneğinde görüldüğü gibi tehlikeli bir lunaparka dönüşmeyecek mi? Sınıflar arasındaki uçurumun adalarda bir nebze de olsa golf arabalarıyla sonunda giderilebileceği mi düşünülüyor?
Bülent'in kabullenmişliğinde Alevi olmasının, olaylara bilgece bir tavırla belirli bir mesafeden sakince bakabilmesinin ardında ise mazide yaşanmış çok daha büyük acıların ağırlığı mı vardı?
Yoksa Bülent'in bana kıyasla soğukkanlı duruşu, Burgaz'a Anadolu'dan belki iki, belki üç nesil önce göç edip adayı yeterince sahiplenmemesinden mi kaynaklanıyordu?
Oysa biz üç nesildir yazlıkçı da olsa adalı olmaktan romantikçe gururluyduk; çocukluğumuzu, en mutlu, en huzurlu dönemlerimizi, hürriyeti duyumsayarak orada geçirmiş ve en azından 1974'e kadar nispi de olsa güven duygusunu adada tanımıştık.
Burgaz bizim köyümüz
Büyüklerimizin gıpta ile bakılabilecek adadaki mazileriyle kıyaslanamayacak seviyede olsa da yaşadıklarımızla orası ana yurdumuz olmuştu. Ada bizim için de güzel köyümüzdü, üstelik başka köyümüz, gidecek başka vatanımız yoktu!
Biz birkaç nesildir kentli olmamıza rağmen kendi şehrimizden soğumuştuk, üstelik şehirlerin şehri İstanbul'dan kaçıp küçücük bir adaya sığınmıştık.
Bir süre önce, hayatının büyük bir kısmını Burgaz'da geçirmiş orta yaşlı bir adalı, bindiği Bostancı-Taksim minibüsü trafikte bir süreliğine sıkışıp kalınca fenalık geçirip araçtan inmek için Boğaz köprüsünde şoförden izin isteyecek kadar daralmıştı.
İstanbul'a her inen adalı gibi o da keşmekeşe, karmaşaya, gürültüye, her türlü kirliliğe, kalabalığa fazla dayanamayıp işlerini hallettikten sonraki ilk vapurla kendini adaya dar atanlardandı.
İstanbul'un çirkin bir uzantısı haline getirilmek istenen adayı olduğu gibi muhafaza etmeye çalışmamız ondandı.
Burgaz şu andakinden daha fazlasını, bazılarının cebine para girecek diye kaldıramazdı. Birileri İstanbul'un yanı başında insan elinin değmediği ender noktalardan birine daha dokunmak istiyorduysa eyvallah, kendileri bilirdi; bize hiçbir zaman söz düşmedi, düşemezdi zaten!
Sahi, senin atların ne oldu Bülent? Ya diğer atların akıbeti ne olacak? Onlardan sucuk yaparlar mı sence Bülent? (RL/PT)