Vitrinlere Değil Gökyüzüne Bakın!!!
Atina’da “kokteyl” başladığında memleket solcusunun ilk tepkisi imrenme ile kıskançlık arasında gidip geldi...
İnternet üzerinde ışık hızı ile dolaşan dayanışma iletileri, faacebook’da suretini Alexandros Grigopoulos yapanlar...
Mevsim yaz olsa idi Boğaz’dan yüzmeye başlayarak Pire kıyılarına çıkartma yapmaya çalışacak Türkiyeli devrimci sayısı pek de az olmazdı sanırız...
Ancak her mevsim yaz değil... Türkiyeli devrimcilerin Yunanistan’da olan bitene karşı duyduğu yakınlık salt on beş yaşında bir gencin polis kurşunu ile öldürülmesine karşı gösterilen haklı tepki ve dayanışma duyguları ile açıklanamaz.
Eş dost arasında bu kadar yoğun bir Yunanistan muhabbetinin gerekçesi kıskançlıktır esasen:
Yitip giden bir militan mücadele geleneğinden elde yalnızca ikonların, efsanelerin kalışı ve militanlık lafazanlığının hiçbir yığınsal militan deneyime olanak vermeyişi...
Türkiyeli devrimciler aynada suretlerini gördüler ve utançlarını bir kaba koyup “helal olsun” ile örtme çabasındalar.
Meleklerin cinsiyetini tartışmaktan, Althusser’in bilmem hangi metninin nasıl okunması gerektiği konusunda ayrışmaktan, bugünün Türkiyesi’nde hiç bir açıklayıcı özelliği olmayan kavramları ayağa pranga etmekten hak hukuk mücadelesi vermeye, yakıcı bir meselede somut bir kazanım elde etmeye fırsat bulamayaşımızın üzerinden ne kadar zaman geçti anımsayanınız var mı?
Bir polis barikatı önünde sektlerimizin (mezhep diyelim isterseniz) kararları ile örgütlenen sınırlı hamleler değil sözünü ettiğimiz.
“Onların” karşısında “bizim” yani bizzat kendisinin haklılığı ile direnenlerin öfkesini örgütlemeyeli, o öfke tarafından örgütlenmeye cesaret edemeyeli kaç zaman oldu?
Devrimci mücadelenin ancak devrimcilerin kendilerini de “devirmeyi” göze alması ile olanaklı olduğunu birbirimize anımsatmayalı ne kadar vakit geçti?
Halimiz için pek çok gerekçe bulunabilir kuşkusuz. Ancak her yeni uğrakta, mücadele başlığında kendini yeniden kurmayan, güncel bağlamlarda meşruiyetini sağlama çabasını bir kenara bırakan bir solun kapalı kaldığı odanın çıkış kapısını bulması pek olanaklı değil.
Devrimci siyaset, ısrar ve süreklilik olmaksızın sürdürülemez, doğrudur.
Israr edilmesi gereken örgütlerin kendilerinin ya da argümanlarının sürekliliği kadar bir kültürün biriktirilmesi, bir “maneviyatın” inşa edilmesi değil midir?
Türkiyeli devrimciler uzunca bir süredir kendi meşruiyetlerini “düzen partisi”nin meşrebine göre tanımlamakta.
Sosyal mücadele alanından yahut tarihsel referanslar seçilirken kullanılan yöntemlerden de pek çok örnek verebiliriz ancak konumuz açısından kolluk güçleriyle münasebetleri, meşruiyet bahsinde zihinlerimizi soktuğumuz cendereyi işaret etmek istiyoruz.
Okmeydanı’nda afiş asarken vurulan Düzgün’ü, hapishanede dövülerek öldürülen Engin’i, aracın içerisinde delik deşik edilen Baran’ı ve uzun lafın kısası fütursuz polis şiddetiyle ilgili yapamadıklarımızın uzun bir dökümünü yapabiliriz.
Ancak bu bir yazıklanmanın ötesine geçemeyecektir.
Doğrudur; Türkiye’de yerli yersiz, gerekli gereksiz “polis barikatı”na yüklenmek isteyen vardır ancak böyle bir çizginin kültürel bir aktarımı gerçekleştirme konusunda eksikleri ve yanlışlarına karşı bir “maneviyat” biriktirdiği İstanbul’daki kimi Alevi adalarına bakılınca rahatlıkla görülebilir.
Bu maneviyatın politik bir çıkışa uç verip veremeyeceği bahsi diğer.
Toplumsal formasyonun bütününde etki yaratabilecek özneler/hareketler ise “düzen partisi”nin dünyasında “meşru” olmayı biricik meşruiyet olanağı olarak görmektedir.
Atina’ya baktığımızda yüzümüzün kızarmasının esas nedeni budur. Örneğin, 19 Ocak 2008 Cumartesi günü kardeşleri Hrant’ı yitirmiş, öfkeli toplulukları son derece kısa süren bir eyleme mahkum etmenin, polis barikatlarıyla kıstırılmış kalabalığın gösterdiği tepkiden korkarak anmanın hızlıca bitirilmesinin kürsüden öfkelerini politik olarak ifade etmeye çalışan insanların (duduk dinleyin) diye azarlanmasının böylesi bir meşruiyet algısı dışında bir dayanağı olabilir mi?
Düzenlediği eylemin sonrasında polis şiddetine karşı direnenlerle hiç ilgilenmeyen, “genç ve maceracı” olanlar bir yana, bacağından polis kurşunuyla vurulan bir demiryolu emekçisinin varlığına dahi gözlerini kapayan eylem düzenleme komitelerinin meşruiyet alanını genişletmesi bir yana koruması dahi olanaklı mıdır?
“Atina demokrasisi”nin pek çok tartışmayı çağıracağı kuşkusuz. Ancak sanırız Türkiye’de solun meşruiyet zemininin yeniden kurulması ve politik zorun “maneviyatın” inşası bağlamında görebileceği işlevi açık yüreklilikle konuşmak gerekir.
Meşruiyetimizi “düzen partisi”nin meşrebine göre değil, emekçilerin ve ezilenlerin zihninde ve eyleminde yeniden kurulabilmesinin yolu ideolojiye geri kaçmadan siyasetin devrimci dünyasında söz almaktır. (CA/EZÖ)