katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya.
Mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya (1)
Küçükkene anneannemin o ateş gibi demliği nasıl rahatlıkla tuttuğuna, sanki elinin nemi ile benim daha dokunmaksızın hissettiğim sıcaklığı adeta soğutmasına hayranlıkla şaşardım. İyice ısınmış demirden kaşığı avucuyla kucaklar, tencereyi ocakta zıplata zıplata karıştırırdı. Yemeklere tadını düşüren "elinin teri" biraz da buradan geliyor galiba... Ateşle oynamanın getirdiği bir ustalıkla yapar yemekleri.
Yaklaşık üç ay önce bir arkadaşımın önerisiyle bir kitap okumaya başladım. İsmi Ateşle Oynamak, alt başlığı ise Hindistan'da Yedi Yaşam Üzerinden Feminist Düşünce ve Eylem. Hem ateş, hem oyun, hem Hindistan, hem yedi yaşam, hem feminist düşünce ve üstüne bir de feminist eylem... Yedi günü bulmadı kitabı bitirmem.
Ateşle Oynamak'ın (2) iki özelliği öne çıkıyor: Birincisi kitabın yazarı olan dokuz kadının dokuz sangtin olmasının, yani birbirine güvenebilir, birlikte yolculuk edebilir, korku ve endişelerini paylaşabilir hale gelmesinin öyküsü olması. Diğeri ise fakirliğiyle kalkınma politikalarının hedeflerinden biri olan Hindistan'ın Uttar Pradesh bölgesinden başlayan bu feminist hareketlenmeyi kırsal ve küresel politikaların etkileriyle harmanlayarak anlatabilmek gibi bir güçlüğün altından kalkabilmesi.
İnsanlığın geliştirilmesi
Balibar azgelişmişlik tartışmalarına girmeden evvel başka bir nokta üzerinde durmaya davet eder bizi: "Kendimize ırkçı kuramların daha çok seçkinlerden mi yoksa kitlelerden mi, egemen sınıflardan mı yoksa ezilen sınıflardan mı çıktığını sormak tümüyle boşuna olacaktır. Buna karşın entelektüeller tarafından 'akılcılaştırıldıkları' apaçıktır." (3)
Yazılan onca rapor, uluslararası dilin soyutluğunda hiçbir yere değmeyen birçok söz, yardımseverlikle aşılabilecek fakirliğin masalını söyler tatlı tatlı. Kapitalist bir düzenin "insanileştirilebileceğini" fısıldar.
Modern dünyanın ırkçılıkla muhasebesinde kendini temizleyebileceği bir alan olarak azgelişmiş ülkeler avına yönelmiş olması, yazı boyunca aklımızın bir köşesinde duruversin. Ranciere'nin sesini duyar gibiyim; genel olarak insan haklarının giderek artan bir biçimde hiçbir hakkını kullanamayan ve kendi adlarına bir talepte bulunamayan insanların hakları olarak karşımıza çıkışından şikâyet ediyor Ranciere; "sahip oldukları haklara sahip olmayıp, sahip olmadıkları haklara sahip olan kişilerin hakları" ya da Arent'in deyimiyle "hiçbir hakkı olmayanların hakkı" olarak insan hakları savsatasından...
"Gelişmiş ülkelerin" mülteci, göçmen sorunları dipdiri dururken, "azgelişmiş ülkelere satılacak" eskiler biriktiriliyor sanki. Böylesi bir güçlendirme stratejisi, esas olarak gelişmeci perspektif üzerine kurulu bir kalkınmacılık politikasından güç bulması nedeniyle içerdiği sorunu aşma potansiyelini de barındırmıyor.
Taptaze bir kaynak olarak Kalkınmada Kadın Emeği bu anlamda kalkınmada "varolan sosyal yapıların olduğu gibi kabul edilmesi"ne dikkat çekerek kilit bir soruna vurgu yapıyor: Gülay Toksöz'e göre, kadınların mevcut sistemde görünür olamamalarının yapısal sebeplerini ortaya koymaktan çok, kadınları halihazırda onları dışarıda bırakan yapıya entegre ederek 'güçlendirmeyi' hedefleyen yaklaşımlar bu stratejinin handikapları olarak düşünülebilir.(4)
Kadınların ancak üretime katkıda bulunabilecek fakat değerlendirilmeyen işgücü olarak değerlendirildiği stratejiye AKP politikalarından tanığız.
Kalkınma projelerinin AKP hükümetinin de desteklediği şekliyle girişimcilik üzerine kurulu üretici faaliyetlere yoğunlaşarak, kadınların yeniden üretim alanından çıkabilmelerine olanak verecek kolektif bir güçlendirmeyi hedef almaması uluslararası bir politikanın ulusaldaki uzantısı olarak düşünülmeli bu yüzden.
Erkek egemenliğini hedef almayan gidişatın temelinde, feminizmin ikiliklerin aşılması yönündeki politika üretiminin tersine, kalkınma odaklı yaklaşımın geleneksel ve modern ayrımına dayanan bir erkek egemenliği tezinden hareket etmesi yatıyor.
Erkek egemenliğinin geleneğe gömüldüğü, ölçülebilir sayısal verilerle kanıtlanmış bir modernliğin güçlenme örneği olarak sunulduğu bir gidişattan söz ediyorum. Ne diyordu Benjamin? "Sosyal demokratların kafasındaki biçimiyle ilerleme, önce insanlığın (becerileri ve bilgilerinin değil) kendisinin ilerlemesiydi." (5)
Cinsiyetçiliği gelenek olarak hapseden bu bakış, cinsiyetçiliğin bir sınıfsal nefret olarak vücut bulacağı anlamına geliyor; çoğu zaman erkeğe duyulan öfkenin, o erkeğin dahil olduğu sınıfa duyulan öfkeden ayırmanın imkansızlaştığı bir nefretten söz ediyorum:
"Ev ve aile içi şiddetin birçok yanı da kast sistemi, zenginlik ve yoksulluk ile içiçe geçmişti. Hükümet politikaları sürekli olarak fakir ve Dalit olanları hem ekonomik hem de sosyal olarak güçsüzleştirdikçe, alkolizm ve kumar bu ortamda erilliğin yeni sembolleri olarak ortaya çıkıyordu (s. 136)
"... sangtinler, kalıcı istihdam yahut gelir kaynaklarına erişiminin olmadığı evlerdeki erkeklerin giderek artan güvensizliğinin, zorlu ücret ve parayı denetleme tartışmalarının en yoksul kırsal topluluklardaki artan alkolizm, kumar, şiddet vakalarından ayrılmayacağını tespit ettiler (s.231)."
Kast sistemi ve ona çare olarak önerilen kalkınmacılığı anlamak, ırkçılığın sınıfsal temelleri yerine, ırkçılığın nasıl olup da "sınıf" üreten bir mekanizma olarak işlediğini sorunsallaştırmayı gerektiriyor.
İşin bu noktası ulusal ölçekte rızanın üretildiği, yapısal bozulmalara güvence sağlayacak kalkanların gerildiği bir koca çukur. Kadınların adeta kültür temsilcileri haline getirildiğini, yani kültürün temsilinin kadınların yaşayışı üzerinden ifade edildiğini hatırladığımızda, rıza üretiminin, kadınların yaşamı üzerinde geniş kapsamlı bir denetimi şart koştuğunu görüyoruz.
Bu nedenle kast içerisindeki ayrıcalıklı sayılabilecek durumlar -ki bu ayrıcalıklar çoğunlukla eğitim, çalışma gibi kadınlar açısından elzem değerler taşıyan durumlardır- üst kasta özenmenin unsurları olarak görüldüğünden, engellenmeleri kız çocuklar açısından daha büyük sorunlar oluşturur.
Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili'nde Dostoyevski'nin kahramanlarını analiz ederken güzel bir not düşer. Gürbilek'e göre Dostoyevski'nin kahramanları parayı yokluktan kurtulmanın kendisinden çok, yokluğa eşlik eden sıradanlıktan, sıradanlığın getirdiği utançtan kurtulmak için istiyordur. (6)
Sennet'i çağıran bu tespitler, bu yazı açısından kast sisteminin bir üyesi olmanın ifade ettiği anlamı ortaya koyması açısından önemli. Sıradanlık, sınıfsal referansı bol bir kelime gibi çınlıyor; sıradanlığın getirdiği utanç, büyük ölçüde, yoksullaşmanın sıradanlaşmasından kaynaklanıyor. Bu durumda, sıradanlıktan kurtulmak için kültürel bir mozaiği önümüze koyanlarca, ağzımıza çalınan balı tükürüp tükürmemekle sınanıyoruz.
"STK dünyasında ne kadar çok sayıda kadının toplumsal cinsiyet konusunda el ele verdiği, kast politikasını tartışmak üzere büyük grupların ortaya çıktığı ama sınıf konusu gündeme geldiği anda STK dünyasının aristokratlarının, biz birçok şeyi 'konu' olarak dillendirmeden nasıl boğazımıza tıkıp bir şekilde domine ettikleri de dikkate değerdi (s. 198)."
Küçük Kutularımızdaki Kocaman Öyküler
Bu işe girdikten sonra, gönlümde kapalı kalmış tüm küçük kutuları açtım.
Annemin önünde söyleyemediğim her şeyi bu grubun önünde söyledim.
(Chaandi'nin günlüğünden)
Ateşle Oynamak'ın öyküsü şöyle: 1998'de Sitapur bölgesinde kırsalda yaşayan kadınlar Sangtin isminde bir örgüt kurarlar. (7) Aynı bölgede '91 yılından itibaren başlangıçta Dünya Bankası tarafından finanse edilen hükümet destekli bir örgüt olan Nari Samata Yojana (NSY) da faaliyet göstermektedir.
Kitaptaki notlardan, NSY'nin, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda destekleyici kurumlar bulmadığı için yetersiz kalan 'iyi politikalar'ın alanlara yayılabilmesi amacıyla uluslararası kalkınma örgütlerince devreye sokulan 'iyi kurumlardan' olduğunu anlıyoruz.
Buradan bakılınca kırsaldaki kadınların kaleme alarak 2004 yılında yayımladığı Sangtin Yatra/Ateşle Oynamak'ın NSY'nin büyük öfkesini çekmesi de anlam kazanıyor. Buna karşın, gizli gizli yazılan günlüklerle başlayan kitabın, NSY'nin yarattığı bu öfke atmosferini alt edip dört bir yandan cesaretlendirici karşılıklar almasının yarattığı enerji, bu anlayışın karşısına dikilmiş görünüyor.
Sangtin'lerin ilk eylemi kız çocuklarca yapılan bez bebeklerin abileri ve babaları tarafından coşkuyla kırbaçlandığı Gudiya Bayramı'na yönelik bir şeyler yapmak olmuş.
Kadınların, içlerinde bulundukları yapılara karşı söz söyleyebilmesinin imkanlarını yaratacak bir politikanın hedefleri arasında kadını kuşatan geleneklerin de yer alması kaçınılmaz. Fakat bazen gelenekleri doğrudan bir nefretle hedef almak, kadınları içlerinde bulundukları yapılara karşı korunmasız hale de getirebiliyor. Nitekim Sangtin'ler bu tehlikeyi göze alarak örgütlüyorlar ilk eylemlerini:
"...eski geleneği tamamen kaldırıp yerine kocaman bir boşluk bırakarak ne kadar başarılı olabilirdik? Yoksa tükenmiş bir geleneğin yerine yeni değerlerin de içinden yeşereceği yeni bir geleneğin tohumlarını ekmenin bir yolunu mu düşünmeliydik?.. Geri kalmış ve vahşi olarak nitelediğimiz bir inancı ve geleneği insanlardan söküp alıyorduk; bunun yerine onlara bir şeyler vermek de bizim görevimizdi. 'Gudiya'yı dövme, onu salla' sloganı ile başlamamızın nedeni de tam olarak buydu." (s. 171)
Bu çıkış, çoğu zaman geleneği ortadan kaldırmasa da bazen unutturur insanlara. Asla örtüsüz giremeyecekleri coşku içinde eylem yaparken eşarplarının başlarından düştüğünün bile kimse farkına varmaz.
Feminist Politika Üretebilmek
Böyle bir coşkuya herkesi tanık edebilmek, gerçekten de daha önce söyleyemediğimiz sözleri söyleyebildiğimiz insanlarla politika üretebilir hale gelmeyi gerektiriyor galiba. Geçtiğimiz aylarda Kadınlarla Dayanışma Vakfı'nın arşivinde bulduğum ve yine Eylül 2001'de Hindistan'lı Abha'larla yapılan buluşmadan kalan doküman bu konuda önemli somut birkaç bilgi içeriyordu.
Abha Bhaiya Hindistan'daki "Çeyiz-Kadınları Hareketi"nden, kadın mahkemeleri oluşturma ve kadın avukatlar yetiştirme çalışmalarından bu güvenli ortamı yaratabildikleri mücadele alanları olarak bahsederken "Eşitlik kavramıyla uğraşırken öncelikle eşitsizliklerimizin ayırdına varmamız gerekiyor. Birbirimizin eşitsizliklerini tanımlamalıyız. Bizler Jagori'de kadınların zayıf noktalarını onları güçlendirmek için belirlemeye çalışırız" diyor.
Toplantının katılımcılarından biri güven meselesiyle ilgili bir başka riski özetliyor: "Sayı az olduğunda" diyor, "rotasyon kadınların yaptıkları işe hakim olmalarını engellediği için güvensizlik yaratıyor."
Bir başkası bu konuda feminist harekette genelde kabul görmüş bir yönteme bir ayrıntıyı hatırlatarak karşı çıkıyor: "...böyle bir ortamda (yapılması gereken şeylere) bazıları sadece iş gibi, bazıları politika gözüyle baktıkları için uzlaşmazlık çıktı. Ve böylece 'ben dediğimi yaptırırım' diyen kadınlara kaldı meydan."
Jo Freeman Yapısızlığın Tiranlığı başlıklı yazısında bütün inisiyatifi "dediğini yaptıranlara" bırakan koşulların oluşumuna ilişkin çok önemli hatırlatmalarda bulunuyor, yapısızlık şiarının iktidarı maskelemenin bir aracı olduğunu söylüyordu.
Freeman'a göre "Karar almaya dair kurallar herkese açık ve herkes tarafından ulaşılabilir olmalıdır ve bu ancak bu kurallar resmiyete döküldüğünde mümkün olur."
Gerçekten de inanmak istediğimizin aksine "yapısız" grup diye bir şey yok. Feminist ilkelerin adeta feministlerin üzerine örülen soyut duvarlar haline gelmesinin risklerini konuşma ihtiyacı içindeyiz. "Herkes her yere her şekilde açık olmalıdır" ilkesini somut koşullardan bağımsız düşündüğümüzde ya da somut sınırlarla desteklemediğimizde, ortaya çıkan feminist ilişkilerin gönlünce akabilmesini engelleyen güvensiz bir ortam oluyor.
Birbirimizi güçlendirebilmek için birbirimizin eşitsizlikleri üzerine konuşabileceğimiz bir güven ortamı, bana kalırsa, sorumsuzluğu da dert edinen bir hiyerarşi eleştirisini gerekli kılıyor.
Sorumsuzluğun ürettiği hiyerarşiyi hesaba katmayı, sorumluluğun yalnızca piyasanın hesapları ile dönen bir işleyiş içinde devreye giren bir değer olarak konumlanmasına karşı bir politika geliştirmeyi zorunlu hale getiriyor. Bunu yapabilmek için en azından bazıları için yeni olan insanlarla bazıları için aynı olan konuların yeniden tartışılmaktan imtina edilmemesi gerekiyor.
Peki rotasyonun içerdiği güvensizlik riskini başka yöntemlerle devre dışı bırakmaya çalışmamıza karşın yaşadığımız sorunlara nasıl yaklaşacağız? Böyle bir durumda işlere hakim olamadığımızda, hata yaptığımızda güvenimizi yitirmemizi engelleyecek bir feminist ortam nasıl yaratılabilir?
Bir yanda dinamik bir süreç olmasına karşın hiyerarşi eleştirisinin bir önkabul olarak tartışılmaktan çıkması dururken; öbür yanda yapılan her hatanın politik olarak yorumlanmanın yüküyle büyük patlamalar yaratması duruyor.
Kadın hareketindeki bu kurumsallaşmanın olumsuz etkilerinden biri de, politikanın daha çok aktivizm düzeyinde ölçüldüğü, politik olmanın teoriyle harmanlanmış bir praksisten daha ziyade sokak siyaseti ile kilitlenmiş bir eylem geziciliği ile sonuçlandığı bir algı biçimini doğurması. Eylemde varlık göstermek, eylemin bilgisine sahip olmanın ötesinde bir anlam bulabiliyor. Yani buradan bakınca, böylesi bir politiklik, yalnızca var olmakla olumlanan sembolik bir değere dönüşebiliyor.
Oysa bir örgütte bilgi üretilmiyorsa iş yapmak deneyimlere bağımlı hale gelmiştir ve bu nedenle yaş hiyerarşisi dilini çıkarmak üzere perdenin arkasında sırasını bekliyor demektir. Politikanın bilgisine ancak deneyimleyenin vakıf olabileceği şeklinde ortaya çıkan fiili durumun, "sen bilmezsin"lerin havada uçuştuğu bir seremoniye dönüşmesi kaçınılmaz.
"Devletler giderek kendi işlevlerini onlara devrettiği için STK'lar kendilerini bir 'düşünme' değil, 'eylem' yarışına sokulmuş buluyorlar (...) öğrenen örgütler olmanın yollarını bulma(lıyız)." (s. 235)
Aynı şekilde bu durum (eylem odaklı politik taktir), sangtin'lerin bilgi üretimi siyaseti dedikleri, politika yapma biçiminin akademiye terk edilmesi gibi bir başka sonuç doğuruyor. Oysa "herhangi bir konuda bilgiyi bir araya getirmenin, sunmanın, dağıtmanın ve tüketmenin her zaman politik olduğunun farkına var(ılması)" (s. 62), politikayı uzun vadeli çözüm arayışına evriltecek nitelikteki radikal politikayı gerçekleştirebilmek açısından çok önemli.
Aksi takdirde sorunların aciliyetinin sorunların görünürlüğü üzerinden belirlendiği, yani aslında görünmezliği yeniden üreten bir politika biçimine saplanmamak işten değil.
Gülnur Acar Savran'ın "üretim ilişkileri' kavramının sınıf mücadelesinden kopuk bir 'ekonomi' anlayışıyla ikame edilmesine yönelik eleştirisini de, konjonktürel bir politika üretme biçimi haline gelme riskini fazlaca barındıran eylem odaklı siyasete yönelik bir not olarak düşebiliriz.
Gülnur 'ekonomi' ile politika arasındaki bağlantıyı zayıflatarak sonunda sadece politika düzlemine hapsolanların dünyalarının 'konjonktürlerden' ve bunların taşıdığı olumsallıklardan ibaret bir dünya haline gelmesinden bahsederken, (8) bana göre aynı zamanda eylem odaklı siyasetin risklerini de tanımlıyor.
Sonuç olarak nasıl emek gücünü değerlendirirken piyasa dışında ölçütler kullanmak bu değerleri pazarlanamaz hale getirmesi açısından önem taşıyorsa, aynı şekilde feminist siyaset biçimlerini de gerek konuşma gerekse düşünme tarzlarımızla rüşt ispatlamaya yönelik ölçütlerden azad ederek 'pazarlanabilir' olmaktan çıkarmak boynumuzun borcu.
Ateşle Oynamak, benim için bu anlamda "işte bu!" dediğim, çok kereler daha okumak için sözleştiğim bir kitap oldu. (GE/YY)
* Kitabın yazarlarından Richa Nagar, 30 Nisan Pazartesi günü 17.00-19.00 arasında Karaköy'de, Minerva Palas'ta okurlarıyla buluşacak: "Ateşle Oynamak: Feminizmler, Dayanışma ve Hareket Yaratmak" (İngilizce-Türkçe simultane çeviri)
Dipnotlar:
1) Birhan Keskin, Kim Bağışlayacak Beni, üçüncü basım, İstanbul: Metis, 2010, s. 15.
2) Sangtin yazarları ve Richa Nagar, Ateşle Oynamak, çev: Emine Bademci ve Pınar Gümüş, Ankara: Ayizi, 2011, s. 96.
3) Balibar ve Wallerstein, Irk, Ulus, Sınıf (2000), üçüncü basım, çev: Nazlı Ökten, İstanbul: Metis, s. 27.
4) Gülay Toksöz, Kalkınmada Kadın Emeği, birinci baskı, İstanbul: Varlık Yayınları, 2012, s 54.
5) Walter Benjamin, Pasajlar, sekizinci baskı, İstanbul: YKY, 2011, çev: Ahmet cemal, s. 45.
6) Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili, ikinci basım, İstanbul: Metis, 2008.
7) Awadhi dilinde sangtin dayanışmayı, karşılıklılığı ve kadınlar arasında kalıcı dostluğu ifade eden bir sözcükmüş. Yatra da yolculuk anlamına geliyormuş. Sangtin Yatra "sangtinlerin yolculuğu" olarak çevriliyor böylelikle.
8) Gülnur Acar Savran, Özne- Yapı Gerilimi, birinci baskı, İstanbul: Kanat, 2006, s. 66, 67.