“Gönlümün yanını sormayın kadınlar.
Gönlümün yönü acıya düşer.”*
Raşa
Türkiye’nin batısına, içinde bulunduğum sosyo kültürel ekonomik sınıfa, yakın uzak çevreme, arkadaşlarıma… yazdığım bir mektuptur. Gönlünün yönü Raşa gibi, benim gibi acıya düşüp de soluksuz kalanlarımız vardır. Onlara değil. Henüz düşmemiş, düşürememiş, gönlüne bariyerler kurulmuş olanlara.
Sıradanlaşan kötülüğün ve barbarlığın cumhuriyetinde bize tek seçenek bıraktılar. Ölüm tarafından rehin alınmış hayatlarımızı özgür olduğumuzu zannedip, sahip olduğumuzu varsaydıklarımızı riske atmamak için, onlarla oyalanıp izleyici koltuğundan kalkmadan yaşamak. Bunu kabul edecek miyiz? Kaç vakte kadar? Oysa çember dapdaracık artık! Değil mi?
Azıcık geriye gidelim. Hani hep beraber ağacımızı, parkımızı, yaşam alanlarımızı, özgürlüğümüzü, hayatımızı istiyoruz deyip direnmiş ve kendimize çok şahane devletsiz yaşam sahası yaratmıştık. Devletin bizi düşmanlaştırması, medyanın gerçekleri göstermemesi ya da bambaşka göstermesine çok kızmış, karşımıza tomayla, akreple, biber gazıyla, silahla, helikopterle, şiddetle çıkanlara öfkelenip özgücümüzle direnmiştik.
Demokratik, özgür, eşit yaşamanın imkân ve ihtimalini beraberce zorlamış, bunu kurayazmıştık. Bazılarımız devletle ilişkisini ilk kez sorgulamıştı. İçlerine ilk kez şüphe düşmüş, meğer 90’lar bize gösterildiği gibi değilmiş demişti. Bazılarımız da bu öğrenme/farkına varma karşısında temkini ve tedbiri elden bırakmamıştı.
Devletin 100 yıllık ayarlarına döndüğü şu günlerde o zamanların temkin ve tedbir güvercinlerini haklı çıkarmasak keşke.
Biz, Türkiye toplumu olamıyoruz bir türlü. Bu toprakların mayası buna izin vermiyor. Suç, toprakta değil, o bozuk mayayı toprağa çalanlarda. 1915 Ermeni soykırımının âh’ına bizi hapsedenlerde. Mayayı topraktan söküp atmadıkça, toprağa çalanları reddetmedikçe, âh’ları toplayıp hapishaneleri yıkıp 1915’le yüzleşip hesaplaşmadıkça sükûnete ve huzura eremeyecek gibiyiz. Bu mümkün mü, bilmiyorum.
Ayıplayanı çok olsa da söyleyeyim ben tedirgin, kaygılı, endişeliyim.
Kalabalıkça bir yerde kahvaltı ediyorum. Masaların çoğunda Hürriyet ve Sözcü okunuyor. Okuyup söyleniyor herkes. Söylenmelerinden payıma düşenler benim için onur, bilmiyorlar. Ben twitterda orta karar bir hızla ilerliyorum.
Devletin Silvan’da nelere niyetlendiğini anlamaya çalışıyorum. Bu kaçıncı katliam diyorum. GSM operatörleri, elektrikler kesik. Haber alınamıyor. Evlerinizi boşaltın çağrısı yapılıyor, olacaklardan biz sorumlu değiliz deniyor! Panzerler, akrepler, kirpiler var sokaklarda ve ellerinde silah, yüzleri maskeli kolluk kuvvetleri.
Sınırda kadın ve çocuklar öldürülmüş.
Twitterde yazdıkları nedeniyle yazılı saldırıya uğrayan, yanlıştı deyip özeleştirisini verip özrünü dileyen bir HDP Parti Meclisi üyesi genç, can gözaltına alınıp adliyeye sevk edilmiş, ters kelepçeyle bekletilmiş, buna itiraz eden avukatlarına saldırılmış, ifadesinde “barıştan yanayım” demiş, savcılık “kamuoyu baskısı” nedeniyle tutuklanmasını talep edip mahkemeye sevk etmiş, mahkeme de tutuklamış.
Evlere zırhlı araçlardan ateş edilmiş, evler taranmış. Tuvalette saklanan bir bebeciğin kafasını sıyırmış duvara saplanmış bir kurşun.
Ama balkonda oyun oynayan güzel çocuğu bulmuş başka bir kurşun. Başından. Hastanede.
Öldürülen kadının bedeni çırılçıplak soyulup teşhir edilmiş.
Evinin kapısının önünde oturan bir kişi vurulmuş. Ölmüş.
Seçilmiş belediye eş başkanları gözaltına alınmış, tutuklanmış.
Ormanların yakılması, köylerin boşaltılması, ev baskınları, infazlar, sokağa çıkma yasakları, yoldan geçen sivil aracın rastgele taranması, hastanelerin basılması, doktor ve hemşirelerin görevlerini yapmasının engellenmesi, bombalanan, taranan evlerdeki yaralıların ambulansla hastaneye sevk edilmesine izin verilmemesi, dükkânların yakılması…
Bir yanda da asker, polis cenazelerinden yükselen savaş karşıtlığına ve barışın kurulmasına mı; yoksa ırkçı saldırılara mı evrileceğini kestiremediğimiz itirazlar, isyanlar.
Benim okuduklarımda bunlar akıyor. Halktan devlete yönelen bir kurşun, bomba, saldırı… yok. Çok çok ne yapmışlar? Kendi güvenliklerini almak için mahalle girişlerine hendek kazmışlar. Onca teknolojik silah karşısında halkın özgücünün silahı, elindeki sopası ve kazdığı çukuru! Anneler bedenlerini canlı kalkan eylemiş, kimsenin çocuğu ölmesin demiş.
Başımı kaldırıyor, kulaklarımı açıyorum. Biri, bu çayı sevmedim çok açık deyip iki kez geri gönderiyor, biri yumurtası bitince tabağının, meyvesini yiyecekken çatalının değiştirilmesini istiyor, kurban bayramı, yılbaşı tatillerini planlıyor, biricik çocuğunun özel okulundaki öğretmenlerini çekiştiriyor; beriki sevgilisinin facebook hesabındaki fotoğrafların, beğenilerin hesabını soruyor; hemen yan masadakiler sokağa giren bir erkek, üç çocuk ve başı örtülü iki kadına gözlerini dikip karşısındakine zaman bunların zamanı senin benim değil diyor… Bir yandan Kürtlerin bölücülüğünden, teröründen, bu hükümetten yüz bulup şimdi astarını istediklerinden, hükümetin de vermemek için onlara savaş açtığından, ama hep askerlerin, polislerin öldürüldüğünden bahsediyorlar; kahrolsun Kürtler, kahrolsun PKK, şimdi bi de partileri var…
Kapsama alanlarının dışında kalanların hepsi eminim pek çoğumuzun aklının ve kalbinin ağrısı.
Devletin halka zulmünü, halkınsa sabrını okurken kalbim hızlı hızlı atmaya başlıyor, nefesim daralıyor, gözlerim doluyor yerimden fırlayıp o gazeteleri paramparça edip ağızlarından, burunlarından sokuşturmak istiyorum. Yapmıyorum. Kahvaltı etmiyor, çay üstüne çay içiyorum. Hepsine uzun uzun bakıyorum. Akıl, vicdan, hakikat sahipleri ile diğerleri olarak nasıl da bölündüğümüzü izliyorum.
Silvan’da, Şemdinli’de, Lice’de, Yüksekova’da, Varto’da halklar devlet şiddetine karşı direnir, silahlara karşı bedenini kalkan eyler, kimsenin çocuğu ölmesin, barış istiyoruz derken ne bu şiddet bu celal Melike? Gün içerisinde gidelim buralardan tweetleri yazıldığını görüyorum bizim yakalardan. Ama’lı cümlelerin arttığını. İşte tam o anda bu mektubu yazmaya karar veriyorum.
Türkiye’nin batısında bizim ne susmaya ne şikâyet etmeye ne de yılgınlığa, umutsuzluğa ne de celallenip diyalog kanallarını tıkamaya hakkımız var.
İşte böyle.
Gelin hadi. Yan yana gelirsek savaş sevicilerinin sözünün hükmü mü kalır?
Göğsümüz daralsa, soluksuz kalsak, midemize kramplar saplansa, karnımızda bir ateş topu cayır cayır yansa; işimizden aşımızdan olsak, eşimiz dostumuz bize küsse, sırtını çevirse de… Halkların barışta ve direnişte ısrarı karşısında celallenmeden, şiddete başvurmadan, hep barıştan yana bir tavır alarak ses çıkarmalı, eylemeliyiz.
Öfkemiz derinleşiyorsa, kırk pareli hayatlarımız sökülüp dağılıyorsa başımıza gelen bütün bu kıyımlar karşısında ama’sız bir araya gelip benim adıma öldürme demek, bildiğimiz barışçıl her yöntemi kullanarak ses çıkarmak, çıkarılan seslere sesimizi eklemek, barışta ısrar etmek, direnişi çoğaltmak, büyütmek zorundayız. Bulunduğumuz her yerde. Mahallemizde, sitemizde, işimizde, okullarda, aile ve dost meclislerinde, sokakta, kuaförde, yemek yerken, alışveriş ederken. Yoksa Şemdinli’deki bir köy muhtarının, sırtımızda kambur boynumuzda ilmek olmuş “Ateş altındayız sesimizi duyun" çığlığında daha da eksiliriz, elimizde kendimizden geriye sadece katmerli utanç kalır. Kalmasın. (MK/HK)
* Mahmud ile Yezida, Murathan Mungan.
** Fotoğraf: Şimal Müldür - Şırnak/AA