Türkiye siyasetine dair bazı konular ve kavramlar var ki, tartışılması, üzerine fikir beyan edilmesi ya da hakkında resmî tarihin dışında bir tez ileri sürülmesi oldukça zor. Öyle ki “görece özerk”, düşünce özgürlüğünün temel taşıyıcısı olması gereken akademide dahi üzerine çalışılması, sizi “bertaraf” olan konumuna sürükleyebilecek netameli konulardır bunlar.
Onur Atalay, İletişim Yayınları’ndan çıkan Türk’e Tapmak: Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm kitabında yılların değişmeyen “taraftarlığına” dair yeni bir şeyler söylüyor. Atalay’ın doktora tezinden dönüştürdüğü bu çalışmasında, resmi ideolojinin Türkiye’de aslında nasıl bir “inanç” haline geldiğine, ideoloji ve dolayısıyla da isim “babası” Mustafa Kemal’e nasıl bir kutsallık atfedildiğine yer veriyor. Yazar bunu yaparken, durumun Türkiye’ye has olmadığını 20. yüzyıl otoriter Avrupa devletlerinden örnekler vererek, söz konusu devletlerle olan benzerlik ve farklılıkları da ortaya koyarak gösteriyor.
Atalay’a göre, Aydınlanma, pozitivizm geleneği ve devamında gerçekleşen sekülerleşme çabaları, Türkiye’yi de kapsayan söz konusu devletlerde benzer bir şey ortaya çıkarıyor: Seküler din ya da kutsallaşan siyaset. Zira artık aklın ve bilimin “tanrısallığına” inanan toplumlar ve bireyler için, manevi ve mistik ihtiyaçları ikame edecek, dinden başka bir olguya ihtiyaç duyuluyor. Bilindiği üzere Avrupa ve dünya siyasetinin “gerektirdiği” konjonktür neticesinde de otoriter rejimler ve bu rejimler etrafında karizmatik liderler doğuyor. Dolayısıyla yeni rejimlerdeki “yeni halkın” bu ihtiyacı da bir nevi karşılanmış oluyor.
Halihazırda Weber’in karizmatik lider tipolojisinde de lidere atfedilen olağanüstü/olağandışı özellikler söz konusuyken, liderin temsil ettiği siyasetin de kendisi gibi kutsallaşması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Zira karizmatik lider, söz konusu meşruiyetini herhangi bir yasallığa ya da akla dayanarak kazandığı meşruiyetinden dolayı değil, tamamen olağanüstü özelliklerinden dolayı hak edebiliyor. Burada çelişkili gibi görülecek şey ise aklın ve bilimin son derece ön planda olduğu böyle bir yapısallıkta, toplumsal ve siyasal olarak liderin ve siyasetinin özel bir kutsiyet taşıdığına inanılması ve bu inancın etkilerinin giderek artması. Tabii ki söz konusu benzer devletlerde bu durum farklı baskı ve zor mekanizmaları ile de destekleniyor ve fakat asıl önemlisi, pozitivist ve akılcı bir siyaset süren bu devletler yine “bilim üretimi” çerçevesinde onlara meşruiyetler sağlayacak Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi tezler üret(tir)iyorlar.
Neticede söz konusu politikalar, savaştan çıkmış ve dağılmak üzere olan bir imparatorluktan yeni bir devlet ve ulus yaratma yolunda son derece etkileyici ve bütünleştirici oluyor. Sonrası da zaten bu topraklarda yaşamış herkesin malumu: Bir Kemalizm ve Mustafa Kemal “taraftarlığı”… Bu öyle bir taraftarlık ki, resmi olarak “öğrendiğiniz” hiçbir şeyin dışına çıkamıyor ve birçok toplulukta neredeyse hiçbir şeyi eleştiremiyor, Mustafa Kemal’in de bir insan olduğunu ifade ettiğinizde ya da bununla ilgili bir belgesel dahi çektiğinizde rejimin baş “düşmanı” siz oluyorsunuz. Aynı zamanda “Atatürkçülük” bir insanı tanımlamada çok önemli bir kriter haline gelirken, Atatürk de kurucu “baba” figürü olarak benimseniyor. Toplumsal olarak ailenin kutsiyetini de bu denli önemserken, böyle bir figürün söz konusu yeni toplumun babası olarak görülmesi de normalleşmiş oluyor.
Bu anlamda Atalay’ın çalışmasının, bazı kesimler açısından yine de sıkıntılı ve “Aslında o öyle değil…” ile başlayan cümlelere açık olduğunu düşünsem de, eleştirel anlamda farklı bakış açılarını da geliştirebileceği kanaatindeyim. Zira yazarın kendi fikirleri, okurların bir kısmı için çok net ve belki de fazla “sert” olacak gibi görünse de; kendisinin somut delillerle ve özellikle Kemalizmin öncü ideologlarına ve Mustafa Kemal’e ait ifadelerle birçok şeyi açıklamaya çalışmasının çarpıcı bir etkisi olacağı fikrindeyim.
Çalışmanın katkı sunacağı böyle bir eleştirelliğin, aslında Kemalist ideolojinin de son derece önemsediği gelecek nesiller için bir katkısı olacaktır. Zira neredeyse hepimiz “Atatürk ölmedi, kalbimizde yaşıyor!” ile büyütülürken, ona atfedilen bu kutsiyetin ve ölümsüzlüğün yaratabileceği travmaların farkında değildik. Fakat şu an biliyoruz ki Kemalist ideolojinin gelecek nesilleri, kalbinde yaşayan Atatürk ölmesin diye su içmekten dahi imtina edebiliyor. Bence artık böyle bir “gerçekliğin” çocuk zihnindeki travmasını tartışmaya ve bunu daha fazla normalleştirmeye de gerek yok.
Atalay’ın çalışması sadece Kemalizmin mistik boyutunu, bunun bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir “sivil din” haline getirildiğini, bunun toplum üzerindeki etkisini ve devamında hiç bilinmeyenleri görmek için değil; belki de bundan on yıllar sonra, şu an içinde bulunduğumuz durumu da eleştirebilmek ve doğru bilinen birçok şeyle tıpkı çocukluğumuzla yüzleşir gibi yüzleşmek için bir kapı aralayacaktır. Neticede toplumsal jargonumuz belli: Geç olsun ama güç olmasın! (BK)
* Türk'e Tapmak: Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm, Onur Atalay, İletişim Yayınları, Eylül 2018, İstanbul.