Anadili günü nedeniyle dille ilgili hak/kültür/estetik itibarıyla güzel şeyler okuduk. Ben anadiline biraz başka bir yerden, anadili psişesi üzerinden bakacağım.
Dille ilgili popüler yazın daha çok konuşmanın nasıl bir nörolojik/gelişimsel zemin ve aşamaları içerdiğini anlatır. Konuşmak, insanı koşullayan biyolojik bir organın anatomik gelişimini anlatır gibi ele alınır. Bu çok anlaşılır, çünkü dilin varlığı tartışmasız bir insan varlığı olarak kabul edildiğinden, daha ziyade varlığın detaylarının kurcalanması öngörülür.
Haliyle anadili, başka deyişle konuşmanın ontolojisini insana içkin bir ön kabulle tartışıyoruz. Konuşmayı insan varlığının hem bir nedeni hem bir sonucu olarak hissediyoruz. Ama buradaki kışkırtıcı handikap bunu konuşan insanlar olarak hissediyor olmamızdır.
Dil öncesi dönem
Nasıl yaşadığımız ve nasıl düşündüğümüz arasındaki diyalektik ilgileşim, konuşma deneyimi olan insanlar olarak bizi, konuşmayı bugünkü işlevi ve tasarımı üzerinden bir insanlık normu olarak belirlemeye götürüyor. Gönlümüz rahat çünkü başka bir türlüsünü bilmiyoruz. Çünkü dil öncesi dönem deneyimlerimizin, bugün yaşamımızın bilinçli bölümüne düşünmeye dayalı bir tesiri yok. Düşünmede dil sonrası dönemin kesif, mutlak etkisi altındayız. Böylece, psişik bütünlüğümüz için anadili/konuşma becerisini mutlak bir varlık nedeni olarak telakki ediyoruz.
Ne var ki, konuşmayı öğrenmek hazin bir vazgeçiştir aslında.
Dünyaya ağlayarak geliyoruz. Bunun ne demek olduğunu tam olarak bilemeyiz. Çünkü bu, durduğumuz yerden ağlamaya dair anladığımız şey de değildir. Bu bir konuşma mıdır, otistik bir akış mıdır, bundan emin olamayız. Ama hepimizin tam o sırada, var olmaya ve bunun tersine dair evrimsel bir taşkınlık içinde olduğumuz ve bugün sahip olduğumuz metaforik düşlemin sağladığı olanağa yaslanarak, o sıralarda ağır bir karanlık içinde olduğumuz düşünülebilir.
Gürültülü sessizlik
Tam bu sırada bizi meme karşılar ve dünyanın merkezi artık oradadır. Bu merkez, anne/bakım veren kişi ile çocuğun bir olduğu çekirdektir. Bu birliğin ayrıştığı ve çocuğun dile ihtiyaç duyduğu yer ise memeye olan ihtiyacın yanında annenin kendisinden bağımsız olduğunu anladığı yerdir. Başka deyişle, anadili, kavramsallaştırmadaki manidarlığı da birlikte düşünürsek bebeğin annesinin arzu nesnesi olma ihtiyacı ile oluşur. Çocuğun benliği annesinde kendisini gördüğü şeydir ve annesi çocuğun anadilini (!) konuşmaktadır.
Söz çocuğun sınırsız arzu alanına sınırlılıkları ile girer. Çocuk konuşmayı öğrenmesiyle “söz”den önce içinde arzu ve tutkuyla salındığı o “gürültülü sessizliği” kaybeder. Popüler yazında rahatlıkla denk gelinebilcek “sözün sözden öncesinin bir aşaması olduğu” varsayımı ancak yavan bir indirgemeciliği ifade eder. Öyle ki söz konuşma öncesi çocuk için sesin bir tür tercümesi değildir. Sözsüzlük nitel olarak başka bir şeydir. Belki sadece bu kadarı söylenebilir.
İnsan kendi imkanları ile memeye ulaşamayacak şekilde evrimleştiği için bu, çocuğun ilk andan itibaren sosyal olmak zorunda olduğu anlamına gelebilir. İşte bu zorunda olma aslında anadilinin kaçınılmazlığı demektir aslında, ve –yine aslında- “insanlaşmaya” içkindir.
Bu gerilim, yani kendimizin farkında olmayışımız, özneleşmemiş halimiz, anneden ayrışırken, özneleşirken annenin kullandığı dile uyumlanma gerilimi, sonraki yıllarda yaşadığımız hiçbir gerilimle mukayese kabul etmez, bu, onun söze dökülemezliğinden, dilin tahakkümünden bağımsız bir dağınık (!) alanda yaşanmış olmasındandır ve bugün gerçek diye bildiğimizden başka bir gerçektir. Bu gerilime paralel giden -ve kifayetsiz olacağı kesin olsa da- coşku kavramı ile yakınlaşabileceğimiz duygu için de aynısı söylenebilir. Bu deneyimleri bugünkü gerçeklerle (!) karşılaştırıp şemalandıramayız ama dil öncesi ve anadilin ilk geliştiği yıllara bilinçdışı ile dokunduğumuz anlarımız olabilir.
İçsel konuşma
Aslında yetişkinler çocuklara konuşmayı öğretirken çocuklar da yetişkinlere konuşmamayı öğretirler. Ne var ki sözün ilerlemeci hegemonyası ile çocuğun öğrettikleri hızla etkisini kaybeder. Yine de, Vygotsky’nin deneylerinde çocuklara başa çıkması gereken durumlar verildiğinde benmerkezci konuşmaya döndüklerini tespit etmesi, yaşımızın dil öncesi döneme çok uzak olmadığı yıllarda zorlanma karşısında “kendiliğimizin dağınıklığı”na yöneldiğimize işaret. Aslında dilde benmerkezciliğimiz kaybolmaz “içsel konuşmaya” dönüşür. İçsel konuşmalarınıza odaklanmaya çalışın, dışsal konuşmalarımıza göre bağlantıdan yoksun olduğunu, seslendirme gerilimi olmadığını, fonetikten anlama doğru yakınlaştığını, gramerden uzaklığını ve çokça size aitliğini hissedeceksiniz. Belki, sözsüzlük ile anadilinin hem dramatik hem kışkırtıcı birbirine geçiş sürecinden bir mirastır, bu.
O konuşmayan çocuktan öğrendiklerimizi ya da konuşmayan çocuk halimizi hatırlama çabası sezgiselliğimize derin nefes aldırabilir. Çünkü o sonsuz ve fantastik çağdan bugünün iletişimine kalan fantastik olanaklar var. Mesela aşk… Söz öncesi dönemin göğünde aşık oluyoruz, sonra aşkı anadilimizde yaşıyoruz.
Romeika'da aşk
Asıl yurdu Karadeniz olan Romeika, Unesco’nun yok olmakta olan diller arasında en üst sıralarda yer alıyor. Bu yazı vesilesiyle aşağıdaki dizeyi sevgili Hanife Türkseven’in desteği ile Romeika’ya armağan etmiş olayım. Şiirin başlığı yok.
Anta esevtalaneftes prota, s'eso si ğlossa esune.
Kanis u'kser, esi pal...
Teso to mavro çe ağapimeno urano en ato.
Yiatato i sevta u thel konuşema.
Çe epeça, esevtalaneftame si manasimuna si ğlossa.
Aliyos uç eporename n'eğapename ton urano.
***
İlk aşık olduğunda kendi dilindeydin
Kimse bilemez, sen dahil.
Gürültülü bir sessizlik içindeydin.
Kendinin karanlık ve tutkulu göğü bu.
Bu yüzden konuşmaktan muaftır aşk
Sonra annemizin diline tutulduk
Yoksa göğü sevemezdik.
(NÖ)