Asla Gözlerini Kaçırma *, yönetmenliğini Florian Henekel von Donnersmarck’ın yaptığı (2018) Almanya, İtalya ortak yapımı bir film. Alman ressam Gerhard Richter’in (1932, 92 yaşında) gerçek yaşamından esinlenerek çekilmiş. Senaryoda toplum ve siyasal gerçekliğin göz ardı edilmemesini, toplumsal yapının tarihsel geçiş evrelerinde sanat üzerindeki etkilerini görmemizi sağlıyor.
Film 1937 yılında Dresden’deki bir sanat galerisinde başlar. Görevli, “Dejenere Sanat” adlı sergide izleyicilere tablolar hakkında bilgi verirken Modern Sanat’ı eleştiri yağmuruna tutar. “Sözde sanatçıları” Alman kadınlarını, askerlerini aşağılayan, ruhsal hastalıkları yücelten resimler yapmakla suçlar. Ulusun bu saçmalıklarla zehirlenmemesi için gelecek kuşaklara bunların gösterilmemesi gerektiğini savunur. Eleştirilerden Picasso, Vasily Kandinsky ve daha başka sanatçılar da payını alır. “Kandinsky’nin bir tablosu iki bin markmış, bu para Alman işçilerden kesiliyormuş.” Görevli, sanki Nazi yönetiminden değil de halktan yanaymış gibi konuşmaktadır. Sözleri, sergiye genç, güzel teyzesiyle gelmiş olan altı yaşındaki Kurt’u korkutur, ressam olmak istemediğini fısıldar teyzesine.
Sergi dönüşü trenle eve dönerken ailenin Dresden’den ayrılışının hüznü sarmıştır Kurt’u. Babası, Nazi partisine üye olmayı reddettiği için hem işinden (öğretmen) hem de evinden olmuş ve Dresden’den kırk beş kilometre uzaklıktaki bir yere taşınmak zorunda kalmışlardır. Baba ve teyze dışında aile bireyleri Nazilerden yakınmazlar. Teyze, çocuğa babasının doğru bir iş yaptığını, üzülmemesini söyler; sergideki tabloları da beğendiğini ekler. Son durağa geldiklerinde yan yana dizilmiş otobüslerden birinin yaşlı şoföründen tüm şoförlerin aynı anda kornaya basmalarını ister. Kurt onu şaşkınlıkla izlerken genç kız gözleri kapalı, huzura kavuşmuş gibi mutludur.
Genç kızın tuhaflıklarının sonuncusu başına dert açar. Nazi yürüyüşünde giydiği gamalı haç işaretli giysisini fırlatıp yere attıktan sonra çırılçıplak piyano çalarken onu izlemeye gelen Kurt’a, coşkuyla sanatı kastederek “asla gözlerini kaçırma, gerçek olan şey güzeldir” dediği sırada aile bireylerine yakalanır ve tabii doğru doktora götürülür. Aileye göre bu bir gençlik hezeyanıdır. Ama doktor aile geçmişinde şizofren olup olmadığını sorar. Büyükanne şaşkınlık içinde kesinlikle olmadığını söyler. Genç kız da bazen doğru dürüst düşünemediğinden yakınır. Nazi doktorlarsa işi şansa bırakmazlar. Profesör Seeband’a derdini anlatamayan, dahası can havliyle, “beni kısırlaştırmayın, Führer’e çocuklar doğuracağım, onun askere ihtiyacı var” diye yalvarıp yakaran genç kız, diğer fiziksel ve mental engellilerle birlikte çırılçıplak, gaz odasında can verir. (Teyzesinin zorla ambulansa bindirildiğinde, “asla gözlerini kaçırma!” sözleri küçük Kurt’u derinden etkilemiştir.)
Yıl 1940, Berlin: 400 bin kişi kısırlaştırılmış, engellilerin yurtları yaralı askerlere verilmiştir.
8 Mayıs 1945, Dresden: Bombardımandan her yer yangın yerine dönmüştür kentte. Müttefikler Nazi olduğu suçlamasıyla Prof. Seeband’ı sorguya çekerler ve suçlu bulurlar. Ancak adam çok iyi bir jinekologdur. Rus generalin gebe karısı ölmek üzereyken hem anneyi hem de bebeği kurtarır. Artık sırtı yere gelemeyecektir.
Yıl 1951, Dresden: Savaşın izleri silinmeye çalışılıyor kentte. Kurt bir atölyede işçi olarak çalışıyor. Babası Nazi olmadığı halde aklanamıyor ve eski işine dönemiyor. Ustası, resimde çok başarılı bulduğu Kurt’u, “Sosyalist realizm akımı geçerli ülkede. Bu resimler işçilerin ne işine yarar?” diye uyarsa da onu Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmesi için destekler.
Yeni rejim toplumun sanatsal ihtiyaçlarını koşullara uygun olarak karşılamak zorundadır. Akademide halkın yararına olan sanat övülür, bu amaçla filmler gösterilir. Resim dersinde canlı modellerle çalışır öğrenciler: Elinde orak ve buğday başağı genç kız, yanında kocaman bir çekiç taşıyan delikanlı. Gençler işin gırgırında; delikanlının pozuna karışırlar, çekici indir, çekici kaldır diyerek. O sırada Moda Bölümü’nde, Alman kızların Batı’dan gönderilen kalemleri dağıttığı haberi gelir. Kurt, Elizabeth (Ellie) ile kalem alışverişi vesilesiyle tanışır. İki genç sevgili olurlar. Ellie, Profesör Seeband’ın kızıdır. Her devrin adamı olan profesör, Rus generalin karısının hamiliğinde köşeyi dönmüş, “Demokratik Almanya Seçkin Halk Doktoru” olarak onurlandırılmıştır. Kızı gebedir, Kurt ile evlenmek ister. Ancak Nazi baba, Kurt’un ailesini beğenmediği için- üstelik baba intihar etmiş - istemez. Kız diretince, var olan jinekolojik rahatsızlığını tedavi etmek bahanesiyle ona operasyon uygular. Derken Rus general Moskova’ya tayin olur; savunmasız kalacağı için foyasının ortaya çıkmasından korkan adam, karısıyla birlikte Batı Almanya’ya geçer. (Henüz duvar yok)
13 Mart 1963; genç çiftin de Batı’ya geçtiğini görürüz. Trenden indiklerinde, “Psycho “ (Alfred Hitchcock, 1960, ABD yapımı ) filminin ışıklı reklamı çarpar gözlerine. Filmin adı, Batı’daki sanat anlayışını muştular (!) Kurt, akademiye devam eder. Ellie bir dikiş atölyesinde çalışır. İş başındayken düşük yapar. Doktora gider, bir daha anne olamayacağını öğrenir. Kurt’a düşüğün nedenini açıklar; babası sırf çocuk “ari” olmayacak diye kızına kürtaj yapmıştır. Ellie, Nazi olduğu için babasına çocukluğundan beri çok öfkelidir. Buraya kadar nitelikli bir dönem filmi izleriz. Bundan sonrası sanat – siyaset ilişkinin ağırlıkta olduğu, gerçekten etkileyici bir bölüm.
Akademideki hocaların içinde, derste bile şapkasını çıkarmayan bir hoca vardır: Antonius von Verten*. Anfide öğrencilere şöyle seslenir: “Sadece sanatta özgürlük, yanılsama değildir.” Konuşmasını sürdürür, “Bir şeyin iç yüzünü idrak etmiş biri var mı içinizde?” diye sorar. Kurt, “Piyango numaraları” der. (Öğrenciler gülüşür.) “Sayıları rastgele söylersem aptalca bir şey yapmış olurum. (Arkadaşının önünden piyango kağıdını alır) Ama piyangoda kazanan numaraları 2, 17, 19, 25… okuyacak olursam bir anda bu sayılar bir nitelik kazanır, neredeyse güzelleşir! ” Hoca yanıttan hoşnut kalmıştır. Kurt’un çalışmalarını görmek ister. Siyah zemin üzerine beyaz yuvarlaklar, çıplak ayak izleri v.d. Resimleri beğenmez ama onu yetenekli bulmuştur ve ilk kez bir öğrencisine açılır.
Hikayesi ilginçtir. Savaş sırasında dört aylık kursla Nazi Hava kuvvetlerinde telsiz operatörü olarak çalışırken uçak düşer, pilot ölür, yaralı Hoca’yı göçebe Tatarlar bulur. “Bombalamam gereken bu insanlar, başımdaki yarayı içyağı ve keçeyle tedavi ettiler. Bir yıl yanlarında kaldım.” der Hoca. “Yaşamım o güne kadar kolay geçmişti. Ama o günden sonra değiştim. İnsanlar bana eşlerini, çocuklarını ne kadar çok sevdiklerinden ya da seksten söz ettiklerinde onların neyi kastettiklerini anlayabiliyorum. Yuvam, içyağı ve keçeden oluşuyor. Keçe ve içyağı, varlığını anladığım şeyler; tıpkı “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen Descartes gibi, anlamıştım. Descartes her şeyi sorguladı, sonunda “benlik”e ulaştı.” (Şapkasını çıkarır, başındaki kocaman çıplak yarayı gösterir.) “Sen nesin Kurt?” Resimlere bakar: “Bu sen değilsin.”
Kurt kalıpları, sanat akımlarını reddeder, sil baştan yapar. Bu arada Profesör Seeband genç çiftin ziyaretine gelir. Kurt’u, “30 yaşına gelmiş ama bir baltaya sap olamamışsın” türü küçümsemelerle yargılar. Ona uygun, yarı zamanlı bir iş bulduğunu söyler. İş dediği, bir hastanede hademeliktir. Maddi sıkıntılar yüzünden işi kabul eder Kurt. Gocunmadan merdivenleri siler, tıpkı babası gibi. Çalışırken zihni yapacağı resimlerdedir. Derken esin kaynağı ayağına gelir. Profesör ile restoranda buluştukları bir gün, gazeteci çocuğun içeri girerek “Ötenazi Programı Başkanı”, “hastaların katili yakalandı” demesi üzerine profesörde şafak atar. İş bahanesiyle çekip gider. Kurt, katilin fotoğrafını kullanarak resmini çizer. Arkası gelir; Profesör Seeband’ın, teyzesinin kucağındaki kendi fotoğrafının ve geçmişe ait diğer fotoğrafları resimde kullanır. Aynı yöntemle Elli’nin gebeyken çıplak resmini çizer. Sınıf arkadaşları resimlerini çok beğenirler, ellerinde fırçalarla merdivenlerde şakalarla, şamatayla onu kutlarlar. Profesör Seeband da görür resimleri. Kurt’un başarısı karşısında nutku tutulmuş, o kibirli duruşundan eser kalmamıştır. Kekeleyerek Kurt’a teşekkür eder “izninizle” diyerek kaçarcasına ayrılır yanından.
Kurt ünlenmiştir. Sergi açtığı galeride gazetecilerin sorularını yanıtlamaktadır. Bunlardan bazıları: “Ben yorum yapmıyorum, resim yapıyorum”, “Her hakikat tutarlıdır. Gerçek olan her şey güzeldir.”
Gelecek kuşakların özgürlüğünü ister. (O sırada kucağında bebeğiyle kendisini dinleyen Ellie ile birbirlerine gülümserler.) Bir gazeteci, “Sırada ne var?” diye sorar. Kurt, “Ben gerçeği istiyorum, bu kadarı yeter bana” diyerek salondakileri şaşırtır. İdealist bir gençtir. Antonius Hoca’nın konuşmaları üzerinde büyük bir etki bırakmıştır: “Sözde sanatçı, hazır ideolojilere yaslanır. Hayata kaçamak bakma. Gözünü dört aç. Yaşamadan yazamazsın. Önce kendi hakikatinle yüzleş sonra toplumsal hakikati resmedersin. İçinde yaşadığın toplumda olup bitenler, sanata/ sanatçıya yansıyacaktır.” Gazetecilerden sonra sanat eleştirmeni, Kurt’un yapıtlarını değerlendirirken kadın- çocuk tablosunun önünde durduğunda, “sanat tarihinde ilk kez ‘sahibi olmayan imzasız bir eser’den söz edebiliriz” yorumunu yaparak onun sanat anlayışını ortaya koyar.
Kurt’un bugünlere gelebilmek için verdiği mücadele takdire şayandır:
Faşizm baskısı altında büyümüştür. Toplum henüz faşizme yönelik algıdan kurtulma aşamasındadır. Demokratik Alman Cumhuriyeti yönetiminin rejimi korumak amacıyla sanatı denetim altında tutma göreviyle hareket etmesi, toy bir genç olarak Kurt’un kendini bulmasını zorlaştırmış, öyle ki akademideki arkadaşları gibi, onun da hangi siyasi görüşü benimsediği netlik kazanamamıştır. Sanatçının söz hakkı yoktur, öğrenciler de tepkilerini canlı modelin pozuyla uğraşmak gibi sığ bir biçimde gösterirler. Yönetimin kendilerinden beklediği resimleri yaparlar, çünkü durum bunu gerektirmektedir. Nitekim1961’de Kurt artık çizdiği işçi resimlerini beğenmemeye başlar. Toplumda emek hareketlerine yakından tanık olmamış, katılmamıştır; Batı’ya kaçarken arkadaşına “yaptığım işçi resimlerinin hiçbiri gerçek değil” der. Nazi baskısıyla büyüyen, mezalimi yaşayan, sevdikleri öldürülmüş olan birinden de resimlerinde onların anılarını yaşatması beklenir.
Batı Almanya’daysa sanat adına gülünç şeyler yapılmaktadır. (Gençler renkli boyalarla birbirlerini boyarlar) Galeride ağzı laf yapan genç, resimlerini bu yeteneği sayesinde satabilmektedir. “Para parayı çekiyor” der Kurt’a; var olan sanat piyasasını eleştirir. Ancak Kurt’un “özgürlük yanılsaması içinde oluşu” fazla uzun sürmez. Antonius Hoca gözünü açmıştır. Bir gün anfide, “Kendinizi özgürleştirin, dünyayı özgürleştirirsiniz” demiştir. Derse getirdiği iki panodan birinde SPD (Sosyal Demokrat Parti) liderinin fotoğrafı, sloganı “Herkes için refah!” diğerinde CDU (Hıristiyan Demokrat Parti) lideri, sloganı “Deney yok!” bulunmaktadır. Öğrencilere, “siyasal partilere değil, sanata oy verin” diyen Hoca sonra da panoları yakmıştır.
Sergi çıkışında kendisine iş teklif eden zengin arkadaşı arabasıyla Kurt’u oteline bırakmak ister ama o reddeder. Yürüyerek yan yana dizilmiş otobüslerin bulunduğu son durağa gider.
Direksiyon başındaki yaşlı şoförü bulur. Otobüslerin farları yanmaktadır. Korna sesleri aynı anda ortalığı çınlatır; Kurt, tıpkı teyzesinin yaptığı gibi gözlerini kapar, huzura kavuşmanın mutluluğunu tadar.
Film, uzmanlarca tartışılan Yapay Zeka (YZ) ile sanatçı ilişkisini getiriyor akla. YZ’nin henüz sanatsal yaratıcılığından söz edilmiyor; yoktan bir şey var edemiyor; “insanlığın sanatsal mirasını dönüştürerek sunabiliyor” ancak. Peki, sanat piyasası ve kültür endüstrisi sıra dışı ressamı/sanatçıyı ideallerinden vazgeçirebilecek mi? Kurt’un resimlerinde olduğu gibi, keşfedilmemiş gerçeklik içeren sanatı, “sahte sanat” yerinden edebilecek mi?
Son olarak; kuşkusuz Almanca’ya vakıf; sanatla, siyasi tarihle haşır neşir olan izleyiciler filmden katmerli haz alacaklardır. Sözgelimi, Antonius Hoca’nın Alman sanatçı Joseph Beuys’u (1921-1986) simgelediği bilgisi, internetteki zihin açıcı, nitelikli film incelemelerinde geçiyor.
* Türkçe çeviriler farklı olabiliyor: Filmin isminin Almanca’dan çevirisi: ‘Yaratıcısı Belli Olmayan eser.’ (WERK OHNE AUTOR) İngilizce’den çevirisi: ‘Kaçınılamayan Geçmiş’ (NEVER LOOK AWAY)
(TT/AS)