* Dikkat, bu yazı filmin öyküsüne dair kritik bilgiler içeriyor!
Pedro Almodóvar'ın son filmi, en güzel giysimiz olan deride ikamet edip edememenin tüm imkânlarını sorguluyor ve sorgulatıyor. Filme özgürlüğümün bir gününde gittim.
Elimde not defteri, olur da bir şeyler karalar, ardından notlara bakar yazarım belki bir yazı diyerek. Filmden bu nedenle olsa gerek, yaratıcı bir zevk aldım.
Hafta sonu aldığım notlara baktım, kelimeler kelime üstüne binmiş, hiçbir anlam emaresi yok, karanlıkta aslında sadece anlık bir yazma heyecanı yaşamışım.
Bana ipucu olabilecek, hiçbir şey yazamamışım... Bunun üstüne inat ettim, illaki yazacağım diye... Bakalım ne çıkacak, aklımda kalanlardan...
İlk hatırladığım, filmi heyecanla izlediğim... Filme sadece Almodóvar adı için gidip, eleştirilerden de uzak kalınca, filmin ilk yarısının her anını büyük bir gerilim-beklenti içinde izlemekten kendimi alamamış, hatta kaptırıp gitmiştim. Heyecanı ve hazzı hâlâ şu anda gönlümde.
İzleyici hazzı: Kaçak yaratıcılık
Ancak Almodóvar'ın yabancısı da değilim. O yüzden yönetmenin toplumsal olanın temeli sayılan her "sınır" konu ile yakından ilgilendiği bilgisiyle, birinci yarıda dedektiflik yapıp bilindik unsurları işaretledim...
Dediğim gibi bu süreç boyunca, yüreğim ağzımdaydı. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Filmi izlediğim seanstaki izleyicilerin çoğu kadındı. Bir iki de genç çift vardı...
Filmin sonunun çiftleri çift olmaya pişman eden ve kadınları da eğer lezbiyenseler cezbeden bir yanı var diye düşündüm, ardından. Çıkışta karların altında İstanbul'da gideceğim yere bir türlü varamazken düşünmeye devam ettim, gizlice hazzı uzatmaya çalışarak.
Ama şimdi biraz yazmak istiyorum; kaçak yaratıcılık dövüşü olsa bile benim ki, yine de bir iki satır karalamak istiyorum.
İlk yarıda ihanet, aldatma, tutku gibi genelgeçer Almodóvar temalarının yanında dolaştık...
İnsan kanının kırmızısı ile tablolardaki nü kadın temsillerinin (hatta bazen sadece beden olup da baş ve yüzü belirsiz insan bedeni temsillerinin) içine konumlandırıldığı kırmızı (örneğin nülerin uzandığı divan) arasındaki tezat, filmin cinayet ya da işkence anlatılarına henüz geçmeden kurduğu gerilimin göstergeleri olarak işliyor.
Film bir gerilim romanından uyarlanmış...
Tıbbi beden ile tutku bedeni
Estetik cerrah Dr. Robert Ledgard (Antonio Banderas) iyi tıraşlı, temiz, bakımlı halleri ve yakışıklılığıyla insan ve hayvan kanları elinde, tıbbın soğuk ama öldürücü yöntemleriyle üstünde deneyler yaptığı kan tüpleriyle laboratuarında ve muayene-ameliyat odalarında dolaşırken, kırmızının her an erotizm ve tutku anlamına gelmediği akla takılıyor.
Aşkın rengi kırmızı (yoksa kadın iç çamaşırlarına niye erotik olsunlar diye kırmızı katılır ki). Aynı zamanda insanın canlı ve maddi oluşunu kendisine borçlu olduğu bir sıvı olan kan da gözle görülebilir olduğunda kırmızı.
Uzmanların sıvı haliyle deney tüplerine hapsettikleri kanın kırmızısına yaklaşımı ile ressamların tene ve ete dönüşmüş beden olarak temsil ettiği tutkunun rengi kırmızıya yaklaşımları birbirinden farklı duruyor.
Aslında deri olmadığında, insan insan olamadığı gibi tutkuya da layık görünmüyor. Filmin baş aktörü Dr. Ledgard'ın kanla yaptığı deneylerinin amacı, tutkuyu ve canlılığı/hayatı temsil edebilmesi için, insanın et yığınından oluşan bedenini estetik bir şekilde örten ve insanileştiren deriyi yapay olarak imal edebilmek.
Bu insan yaratma edimine tutkunun sınır hali, delilik hali rehberlik ediyor. Robert Ledgard geçirdiği araba kazasından ağır yanıklarla kurtardığı karısını yaşatmayı başarır.
Yine de karısının yaşama tutunmasını sağlayamaz; kadın, yanmış bedeninin, derisiz bedeninin çirkinliğine dayanamayıp intihar eder. Estetik cerrah koca, ölüme boyun eğmek istemez; yapay ve yanmayan bir deri yaratmak için delicesine çalışır...
Yanan derinin altındaki çirkin beden, şehvetine yenik düşmüş, kocasına ihanet etmiş ve sevgilisiyle kaçarken geçirdiği araba kazasında ölmeye adanmış bir beden de aynı zamanda.
Kırmızı ve ateş sadece tutku da değil, "yanıcı ve yakıcı" olmakta da birleşebilir.
Gösteri çağında deriden önemli ne var?
Derinin, organın yeniden imalatı ve genetik üzerine yapılan araştırmaların etik olup olmadığı sorgulamaları filmin anlatısı içinde dipte/yüzeyde bir yerlerde duruyor.
Bu sorgulamaların daha çok görünen ben ile içimdeki ben arasındaki, gösteriye ve ekrana adanmış toplumlarımızın yapaylığı bağlamında da okunabileceğini düşünmemek elde değil.
Öncelikli olarak şunu akla getirmek daha anlamlı gibi: En azından edebi, felsefi ve filmsel anlatılarda, insanın insan yaratma ve tanrıya özenme yazgısı, bilindiği üzere, hep hüsranla sonuçlanır.
Buna karşın insan toplumsal hayvan olduğunu unutmadığından toplumsalın kendisine dayattığı etik ve ahlaki sınırları hep ihlal etme eğilimini de taşır.
İster maddi çıkar isterse de kişisel çıkar arayışıyla olsun, insanın sınırla uğraşması ve ihlal etmeyi arzulaması yaratıcılık kaygısından ve yaratıcı olma isteğinden dolayı da depreşir.
Tutkulu ve meraklı yaratık olarak insan, kendi sonluluğunu kabul edemediğinde ve bunun bunaltısı ve hazzıyla baş başa ve iç içe olduğunda yaratıcılığın yollarında gezinmekten başka çıkar yol bulamaz, genelde.
İnsan genetiği ile hayvan-bitki genetiklerini aradaki "sınırı" ihlal ederek karıştırmak, insanın kendisinin ne olduğuna dair sorgulamasının bir yüzü olsa gerek.
Toplumsal düzeni düzensizleştirmenin en kısa yollarından birisi, bilindiği üzere, türsel farklılıkları yok saymaktır. Kadın ve erkek farklılığını, insan ve hayvan farklılığını, kültürler arasındaki farklılıkları yok saymak.
Bunların her biri toplumsalın üstüne bina olduğu farklılıklar olduğu için, hepsinin toplumsal olarak inşa edilmiş olduklarını anımsatmak, her zaman ve hatta çoğuncası olumlu olarak karşılanmaz.
Babanın ensestik imgesi
Dr. Robert Ledgard insan genetiğiyle oynamakla kalmaz. Kızı Norma (Blanca Suárez) bedensel ve etsel çirkinliğine dayanamayıp intihar eden annesinin ölümüne tanık olup, daha ağır bir depresyona girer. Norma iyileşmiş gibidir, bir aile kutlaması sırasında Vincente ile karşılaşır.
Karşılaşma bahçede cinsel oynaşmaya dönüşür; oynaşmanın tecavüze yön çevirmesinin ardından Vincente, Norma'yı bahçede baygınken bırakıp motosikletiyle oradan uzaklaşır.
Dr. Ledgard kızını bahçede yarı baygın halde bulduğunda, kızı onun kendisine tecavüz eden kişi olduğunu sanır. Depresyonu derinleşen Norma, tüm toplumsallığını yitirerek intihar eder.
Bu intiharla hem filmin gerçek anlatısı ortaya çıkar hem de temel olan bir başka ihlal olasılığı doğar. Film boyunca estetik cerrahın gerçek bir bedene deri oluşturmasıyla rekabet içinde bir odaya kapatılmış Vincente'nin sanatçı olarak kumaş parçalarından heykeller yapması birbiriyle yarışır.
Biri deriyi biri kumaşı: Kes ve yapıştır
Vincente'nin edimi gerçekten estetiktir. Ledgard'ınki ise gerilimi hep içinde taşır. Tutsak edilmeden önce, Vincente kesip yapıştırmayı ve giydirmeyi, sanatsal bir uğraş haline getirmiş, sanatçı ruhlu ama uyuşturucu kullanan ve cinselliği de öyle pek "usulüne uygun" yaşamayan biridir.
Ledgard'ın kızı Norma'nın bahçede sevişirken paniğe kapılıp "hayır" diye bağırmasına pek aldırış etmez; attığı tokadın şiddetiyle bayılan genç kızın elbisesini mankenlerine giysi giydirirken gösterdiği özenle düzeltir ve dağınıklığı giderir. Motosikletiyle oradan uzaklaşır.
'Hayır'ı duymamasının bedeli ağır olacak ve Robert Ledgard Vincente'yi önce cinsel organından başlayarak kadına dönüştürecek ve mutlak anlamda hadım edecektir. Bir erkek bir erkeği tutsak alır, işkence eder ve iradesi dışında ona kendisininkinden farklı bir beden ve cinsel kimlik oluşturur.
Cinsel kimlik dönüştüğünde
En merkezi öğe, filmin adından da anlaşılacağı üzere bedensel ve cinsel kimlik dönüşümüne maruz kalacak erkek bedenidir. Bir erkeğin hadım edilmesi öyküsü, aynı zamanda hadım eden erkeğin eşcinsel arzularının depreşmesinin de öyküsüdür.
Dr. Ledgard derisini ve cinselliğini kendisinin biçtiği ve yavaş yavaş güzel ve alımlı bir kadına dönüştürdüğü Vera'yla (Elena Anaya) arasına camdan ve ekrandan sınırlar koyar; onu izler, ama ona dokunmaz.
Ekranlarla çevrili oluşumuzu ve en temel duygularımızı ve hazlarımızı ekran dolayımlı yaşadığımızı ve bunun bizim çağımızın özelliği/öznelliği olduğunu düşünmek çok olası.
Önemli olan, Ledgard'ın yarattığı travestiye dokunmaktan kaçınmasıdır. Vera en az iki defa ölmüş (önce yanarak, ardından hayata döndüğünde ise camdan atlayıp intihar ederek) bir kadının yüzünü taşır, görünüşünün, derisinin ima ettiğinin aksine derisinin ardında kadın değil erkektir; ölen bir kadının, ama aynı zamanda da kendisine tutkuyla bağlı kocasına ihanet eden bir kadının yüzünü taşır.
Korkulu rüya: Eşcinsellik
Dr. Ledgard hepsinden çok eşcinsel ilişkiye temkinli yaklaşır. Erkeğe duyduğu arzuyu bastırmaya çalışır gibidir.
Dr. Ledgard'ın aşk ve tutku sandığı ve cinselliğe doğru evrilen ilişkilerinde Vera'nın vajinası acı çeker.
Bunun üzerine Dr. Ledgard anal ilişkiye girmeyi teklif etmekten geri durmaz.
Vera penetrasyonu kolaylaştıracak kremi aramaya gittiğinde, penis imgesi de olabilecek bir silahla döner ve cinsel tutkuyu kırmızı kana dönüştürür. Akan kan, Dr. Ledgard'ın kanıdır, cinsel birleşme bir şekilde başka bir tutkuyla da olsa gerçekleşmiştir.
Özgür kalan, ama özgürlüğü neredeyse üç kişinin ölümüne mal olan Vincente annesinin butiğine gider. Giderken daha önce çok beğendiği ve birlikte çalışırken hayranlığını gizlemediği lezbiyen Christina'ya çok yakıştığını söylediği elbiseyi giyer.
Deriyi bir şekilde estetikleştiren bu elbise sayesinde, annesine ve Christina'ya kim olduğunu kanıtlar. Film, Vincente'nin kadın olarak beğendiği ama lezbiyen olduğu için tutkusuna karşılık bulamadığı Christina ile buluşmasıyla son bulur.
Vincente'nin erkek değil de kadın olarak yaşama imkânı bulacağı bir eşcinsel ilişki ve aşk vaadi filmi kapatır. Almodóvar erkeklerin hadım edilmekten korkmalarına gerek olmadığını mı söyler?
Almodóvar'ın bu finali, filmlerinin olmazsa olmaz unsurları dediğimiz eşcinsel aşka övgü, ailenin imkânsızlığı ve toplumsal kimliklerin/oluşların karnavalesk ihlali gibi konuları yeniden önümüze koyar. Aile, heteroseksüel ilişkinin çıkmazları ile ebeveyn ve çocuklar arasındaki imkânsız bütünleşmenin trajik sahnesi gibidir
. Karısı Ledgard'a ihanet eder; ihaneti Ledgard'ın kardeşi olduğunu hiçbir zaman öğrenmediği erkek kardeşi Zeca ile gerçekleştirir. Kenar mahallede sokaklarda büyüyen ve sadece toplumsal ihlalle yaşayan uyuşturucu satıcısı ve hırsız Zeca, yıllar sonra izini bulduğu annesine ulaştığında, annesinin (Marilia- Marisa Paredes) çalıştığı Ledgard'ların malikânesine bilmeden erkek kardeşinin karısını baştan çıkarmak için gelmiştir. Birlikte kaçmaya çalışırlarken arabaları kaza yapar, Zeca kurtulur. Geriye yanmış bir beden olarak Ledgard'ın karısı kalır.
Zeca küçük aslan kıyafetiyle yeniden çıkageldiğinde, Vera'yı ölen sevgilisi sanıp onunla cinsel taciz olduğunun farkında olmadığı bir ilişki kurduğunda, ağabeyi Ledgard tarafından öldürülür. Ensest ve kardeş katlini, Vera'ya dönüşmüş olan Vincente'nin Ledgard ile birlikte onun annesi olduğunu bilmediği baş hizmetçi Marilia'yı öldürmesi izler.
Başka Bir Aşk Olası
Tanrıya öykünen ve baba olmayı bilememiş (çünkü kızı babasını tecavüzcüsü sandığı için intihar edecektir) Ledgard, ayrıca Marilia'yla babasının girdiği yasak ilişkinin bir ürünüdür.
Ledgard, eşcinsel aşkına kurban olmuş olarak ölür; anne anne olmayı bilememiştir, çocuklarından biri olan Zeca'yı kendi başına yaşamaya terk etmiş; Ledgard'ı ise sanki bakıcısıymış gibi büyütmüştür.
Marilia erkek kardeşler arasındaki katliama, yani oğullarından birinin diğerini katletmesine tanık olarak ölmüştür. Geriye ise, içimizde hiç kimsenin erişip de yok edemeyeceği yeri aramayı öğrenen, derisinin içindeki ben'ini hadım edilmesi sayesinde keşfetmiş Vincente ile Christina'nın olası aşkı kalır. (NTC/YY)
La Piel que Habito, Pedro Almodóvar, İçinde Yaşadığım Deri, 2011