"Yağmur da yağmıyor ki Gönül abla, yağsa camlar kirlenecek, bize de iş çıkacak o zaman, Rabbim de unuttu bizi sanki…”
Kasımın da yağmursuz geçmesi, barajlardaki su seviyesinin tehlike alarmı vermesi, yaza erişirsek ve böyle giderse çeşme başlarında kovalarla su sesi bekleyeceğimizi düşünürken, Gülşen’in sesi var kulaklarımda günlerdir…
Ben "kuraklık" diyorum, "susuz yaz" geliyor diyorum, o "yağmur yağsın ki bize iş düşsün Gönül abla" diyor. Yazın kuraklık olacağının derdine nasıl düşsün Gülşen? O, ‘an’ın peşinde, ekmeğinin, yarına çıkma telaşının…
Kocası, iki oğlu ne zamandır işsiz. Ev kira, boğaz satın. Yağmur da yağmıyor ki camlar kirlensin, telefonu çalsın "Gel Gülşen, battı ev" desin birileri, kira ödensin, torunların karnı doysun. Gülşen için yarınlar bugün. Şu an.
Ne di'li geçmiş, ne gelecek, şimdiki zaman.
Romantizmi belki hiç yaşamamış, hayatı hep karın tokluğuna geçmiş, geçmekte olan bir ev işçisi o. Ve yağmur, onun için iş demek, ekmek demek, çocuklarının, torunlarının önüne koyacağı aş demek, neredeyse hiçbir normalin kalmadığı şu askıdaki hayatta…
Gülşen’le konuştuğunda dertlerimden utanmak da bana düşsün, isyan ve öfke de.
Umudun maliyeti durmadan yükseliyor Stokları hızla erirken hayatın. (*)
“Günlük iş bulunca onu yapıyor, inşaat işi olur, hamallık olur. O parayla faturaları denkleştirip ödüyoruz.”
“Buranın ev sahibi yok, Milli Emlak’a bağlı, 20 senedir burada oturuyorum, benden önce kaynanam oturuyordu. Buranın sahibi devlet borç gönderiyor ama su bağlamıyor. En büyük hayalim de musluğu çevireyim bir suyum aksın, makinem olsun, çamaşırlarım dönsün, kendi kendine temizlensin. Elektrik de yok burada, çocuklar da istiyor rahat etsin ama elimizden gelen bu. Ben de isterim düzgün gideyim, her şey evimde olsun, ama yapacak bir şey yok. Tek oda, mutfakla tuvalet aynı yerde, zaten biliyorsunuz musluk akmıyor. Burama kadar geldi ama ne yapacaksın, elektriği mi ödeyeceksin, suyu mu ödeyeceksin, kirayı mı, mecbur, ne yapacaksın, nereye gideceksin. Elde yok avuçta yok, dört tane çocuk var.”
“Ben çocuklar uyuyunca boncuk işi yapıyorum, satabilirsem onları satıyorum. Üç beş biriktiriyorsak onlarla geçiniyoruz.”
“Ben çocuklara bakıyorum şimdi. Hiçbir gelirimiz yok, çöpten geçiniyoruz.”
“Eşim limona çıkıyor bazen, satarsa 50-60 lira, satamazsa 10 lirayla da gelir.”
“Benim evde düzenli çalışanım olsa devletten niye yardım isteyim? Devlet bize erzak vereceğine iş imkânı sağlasın. Konfeksiyon olsa, iş alanları olsa çalışırlar. Çalışsalar devlete muhtaç olmazlar.”
“Eşim sabah altıda çıkıyor, sekizde geri dönüyor. Bir iki saat evde kalıp tekrar çıkıyor. Akşama kadar böyle. Ben de evde kalıp ne yapacağım. Ben de onunla çıkıyorum, çocuğu da alıyoruz. Bazen parkın yanından geçerken eşime burada biraz duralım diyorum, çocuğu oyuncaklara bindiriyorum.”
“Küçük çocuğumu alıyordum, sepete oturtuyordum, onunla çalışıyordum. Onu görüp acıyanlar biraz para veriyorlardı.”
Gülbahar, Rahşan, Nevin, Nebahat, Rasime, Fatma, Aliye…
Cümlelerin tamamı “Pandemi Döneminde Derin Yoksulluk ve Haklara Erişim Araştırması”ndan. (**) Derin Yoksulluk Ağı, Heinrich Böll Stiftung Derneği ve Açık Alan Derneği’nin yaptığı araştırmanın raporundaki rakamlar/sonuçlar da anlatılanların katlanmış toplamı. Neye böler neyle çarparsan çarp, ortaya çıkan diz boyu yoksulluk, diz boyu keder, çaresizlik… Hepsi Gülşen. "Ortak kederin" tek adı varmış gibi sanki…
***
Dokuz ay değil de sanki dokuz yıl geçmiş gibi zamana sığdırdıklarımız, sığdıramadıklarımız, benliklerimizden fışkıranlar, dipsiz kuyu gibi içime akıttıklarımız.
14 Mart’ta kapandığımız evlerle, bugün kapandığımız evler aynı değil artık. Yeni yaşam alanımızı yeniden tanımlamaya, hayata bağlanmak için yeni yöntemler geliştirmeye meşguldük dokuz ay önce, deliler gibi ekmek tarifleri, yemek tarifleri, tatlı tarifleri paylaşıyorduk.
İsmin hallerini yalın hali, -i hali, -de hali, -den halini bilirdik de ev halini bilmediğimizi öğrenmiştik. Yeniden öğrenmeye soyunmuştuk hayatı ve her şey gibi 60’dan sonra öğrenmenin zorlu olduğunu. Ruh botoksuna uğramıştık aslında.
Ne gülüşümüz gülme, ne gözyaşımız ağlama, ne konuşmamız hali anlatır, halden bilirdi. Sıfır konsantrasyon, yazılanı anlayamaz, konuşulanı anlamlaştıramaz haldeydik. Donmuştuk.
Şimdi yine aynı evlerdeyiz belki. Ama aynı insanlar mıyız? Ülkenin derin yolsuzluğunda, yoksulluğunda, dibi bulmuş güvensizliğinde, lümpenliğinde, mafyaya, yalanlara bulanmış siyasetinde hala aynı umutları mı taşıyoruz? ‘Nerede kalmıştık oradan ağlayalım halimize’ (***) diyeceğiz de nerede kaldığımızı hatırlayanınız var mı hâlâ?
Bakmayın siz sosyal medyada deli paylaşımlarımıza, gülücüklere, emojilerden fışkıran kalplere/çiçeklere/böceklere. Direk kalbe ateş eden şarkıları like yağmuruna tutmamıza. Yaşadığımızı düşlemediğimizi, gerçekten yaşadığımızı hissetmek için bütün gayretimiz. Bütün o gülmeler, laf sokmalar, şarkılar. Dikenden bal yalamaya çalışan haller hepsi…
Ya öfke? İçimizde biriken isyanlar nereye akmakta? Kapanan dükkanların, evlere sığamayan esnafın hayaletleri dolaşırken sokakları, kabarırken borç defterleri, kabaran öfkeler nerede birikiyor? "Ajans haberlerinde kirlenirken insanlık”, acının, kederin, umutsuzluğun yatağını niye çaresizlik dolduruyor gürül gürül?
İçimizdeki ateş niye güneşin kanatlarını eritip yakacağını bildiği halde yükselmekten vazgeçmeden ölümü seçen İkaruslara dönüşüp kendimizi yakıyor sadece? Yoksulluğun vicdani retçilerini buluşturamayan ne, hangi gerçek, hangi gerekçe?
“Haksız güç zalimdir, güçsüz hak ise çaresizdir” mi sebep? Yağmayan yağmura isyan eden Gülşen’in rabbine sitemle yetinmesi mi?
“Dert, ona katlanma kapasitesi yaratır” demiş bir filozof. Belki de sakızlardan çıkma bir sözdür ve katlanma kapasitesi istiap haddini henüz aşmamıştır. Yedeğinde hep yeni bir acı taşıyıp bırakan hayata karşı başka nasıl açıklanabilir bu sessizlik, bu katlanış, bu ölü toprağı halleri ki… Yer bile zangır zangır titrerken, yıkarken?
“ekmeğim
çocuğum
bir de
sevdiğim için
girerdim kavgaya
göğüs kafesimin içine
kurduğum ringde
nakavt olmaktan
yoruldum
adıyaman kokardı ellerin
ben ellerine vurgundum
hay huy içinde geçerken ömrüm
saç tellerinden tutunurdum
içinde sevgi olmayan
bir sözcükte koptum
savruldum
memleketin beyninin orta yerinde
kerhane kapılarında beklerdi kadınlar
basit bir pazarlıktı ömürleri
gözlerinde kederden elbiseler
Orospu derlerdi onlara
İnanması zor belki
namuslulardan yoruldum.”(****)
(GS/NO/PT)
(*)A. Hicri İzgören
(**) Evrim Kepenek’in "İstanbul'da ev geçindiren çocuklar var" haberinden, Bianet
(***)k.iskender
(****) Kifayet Ceylan/Düş Yasak kitabından