“Yaşamı ölüm diye anlatıyorlar size,
Yalanı gerçek diye.”
Behçet Aysan
Askerlik kurumu, sadece devlet ve otorite eliyle bireyi bütün unsurları ile görünür kılmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal mecrada hiyerarşiyi, cinsiyetçiliği ve bizatihi militarizmi yeniden oluşturarak ve olumlayarak yoluna devam eder. Dolayısıyla askerliği sadece “erkek” olan bireyin devletin belirlediği bir alana belli bir süre için ve gene devletin gözetimi dâhilinde kapatmak olarak görmek, daha doğrusu buna indirgemek, kurumun içine yerleşmiş ve onun kurucu unsuru haline gelmiş erilliği, milliyetçiliği, türcülüğü ve militarizmi yok saymak, onun günlük hayata dokunuş biçimini görememek anlamına gelir.
Pınar Öğünç’ün “Asker Doğmayanlar” (1) kitabında hikâyesini anlattığı 14 vicdani retçi üzerinden militarizmin cinsiyetçi suretlerini (2), onun günlük hayatla temas biçimini görmek ve askerlik kurumunun sadece “belli bir süre belli bir alana kapatılan erkekle” sınırlı kalmadığını okumak mümkündür. Zira bu sınır sadece askerlik kurumunun biçimlendiği kışlanın sınırı ile değil aynı zamanda kurumun tezahür ettiği sosyal ve siyasal alanının genişliği ile alakalıdır. Çünkü askerlik, bulunduğu toplumun bütün insanlarının politikasını, gündelik alanlarını, toplumsal cinsiyetini ve biyolojik cinsiyetini etki altına alan ve insanın yaşama hakkına doğrudan müdahale eden bir alanı oluşturur. Bu yolla bahsedilen kışlanın sınırını çoktan aşarak bireyi bütün ayrıntıları ile görünür kılar veyahut onu öldürerek bu ölüme bir meşruiyet ve kutsallık kazandırır.
Bu meyanda Pınar Öğünç “Asker Doğmayanlar” kitabı ile -eğer varsa “militarizmle yüzleşme” tarihimizin önemli bir boşluğunu da sözü konunun birincil öznelerine vererek dolduruyor. Böylelikle kurumu eleştirmekle kalmadan, bir biçimde o kurumun içinde yer almayı reddetmiş ve bunun için bedel ödemiş insanları yani vicdani retçileri bir araya getirerek her birinin öznel hikâyeleri üzerinden politik bir okuma fırsatı sunuyor. Aslında vicdani reddin erkeklerin tekelinde olmadığını, zorunlu askerlik uygulamasının yanlışlığının profesyonel ordu ile ya da bedelli askerlik fırsatı ile giderilemeyeceğinin, hatta vicdani ret hakkını tanıyan yasal bir düzenlemenin bile militarizm sorununun kökünü kurutmayacağının canlı bir tanığı gibi duruyor kitap. Zira hikâyelerin canlılığı ve konunun öznelerinin diriliği aslında militarizmin bütün kurum ve yardımcıları ile beraber hala bireyi iktidar ve otorite altına hapsetmek istediğinin açık kanıtını oluşturuyor. Bu sebeple sorunu açıkça tarif edebilmek, birincil ağızdan yaşanılan cinsiyetçi ve bizatihi milliyetçi süreci görebilmek açısından Öğünç’ün aktardığı tanıklıklar hayati bir önem taşıyor.
Kitap için yazılan önsözde Ayşe Gül Altınay askerlik hizmetinin kökeninden bahsederken “Askeri seferberliği ucuza getiren ve potansiyel asker sayısını katlayarak arttıran bu etkili yöntem 20. Yüzyılın insanlık tarihinin en kanlı yüzyılı olmasını, insanların kitleler halinde öldüğü ve öldürdüğü I. Ve II. Dünya Savaşı felaketlerini mümkün kılacaktı” diyor. Askerliğin, vatandaş kavramının içine sokulduğu ve bu yolla ona ödev ve görev bilincinin yüklendiği yalanı, yerini tarihsel bir gerçeğe, askerlik kurumunun savaş çığırtkanlığı rolüne bırakıyor. Bu yolla kitap bize bir noktayı daha sunmuş oluyor, askerlik emir-komuta zinciri içine yerleştirilmiş nizamdan ziyade savaş için insan kaynağı yaratan ve bu yolla kutsal, vatan, ödev, borç, hak gibi kavramların içine sokulması niteliği itibari ile mümkün olmayan bir yere tezahür ediyor.
Asker Doğmayanlar’dan çıkarabileceğimiz temel noktalardan biri de askerlik kurumunun savaşa insan kaynağı bulmak için yaptığı çalışmaları sadece savaş zamanlarında ya da savaşların hemen öncesinde yapmadığıdır. Bu yolla barış vakitlerinde dahi savaşçı ruhlarla donanmış, milliyetçiliği her an kışkırtılmaya hazır bireyler yetiştirilmekte, yani askerlik kurumu gerektiğinde kullanacağı insanı aslında gerektiğinden çok önce biçimlendirmektedir.
Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler arasında vicdani ret hakkının tanınmadığı iki ülkeden biri olan Türkiye (ki diğeri de Azerbaycan) bu yolla aslında imzaladığı uluslararası anlaşmaları ihlal etmekle kalmıyor, vicdani retçilere uyguladığı eza, zulüm, işkence ve şiddet ile de işkence yasağını öngören hükümleri görmezden geliyor. “Her Türk asker doğar” şiarına karşı bir eylemde söylenen “Herkes bebek doğar” sloganı için halkı askerlikten soğutma suçunun işlendiği iddiası ile açılan davada, sanık avukatlarının jinekolog bilirkişi talebi ise Türkiye adaletinin kendine militarist bir çehre çizdiğinin kanıtı oluyor.
Tolstoy’un askerlik kurumu ile dört yıllık imtihanından bahseden Öğünç, “Zorunlu askerlik hizmeti, devletlere bütün sistemi ayakta tutmak için gereken şiddetin nihai sınırıdır” sözünü de alıntılıyor. Kurumsallaşmış ve kemikleşmiş bütün yapısı ile bireyin karşısına dikilmiş askerlik kurumu, devletin bireyi cezalandırabilmesinin fiili sınırı olarak karşımızda duruyor. Zira hiçbir şey yapmayan yani eline silah almayan biri eline silah almadığı için yani tam da hiçbir şey yapmadığı için cezalandırılıyor. Öğünç’ün ve vicdani retçilerin kitapta ısrarla vurguladığı ana noktalardan birisi ise devletin bu cezalandırma biçimi ile sadece vicdani retçiye ve onun fiziksel/ psikolojik varlığına zarar vermediğidir. Çünkü bu yolla aynı zamanda kişinin yakın çevresini, ailesini, çocuğunu ve belki de çok uzakta vicdani reddini açıklamaya niyeti olan veyahut açıklamış ama henüz cezaevine konmamış birileri de cezalandırılmakta, psikolojik olarak tehdit edilmektedir.
Tayfun Gönül’ün vicdani ret metni açıkça göstermektedir ki zorunlu askerliğin reddi sadece belli bir kesimin ret talebi değildir. Zira kitap boyunca da görülebildiği üzere vicdani ret talebi dini inanç temelli olabilir, kişiler dini inançları ya da vicdani kanaatleri gereği savaşmayı ve savaş kurumlarında var olmayı reddediyor olabilir, mizacı gereği askerliğin ve gereklerinin kendisine uygun olmadığını düşünebilir. Dolayısıyla vicdani ret tek bir politik mecraya sıkıştırılabilecek ve de tek bir genelleme altında toplanabilecek bir talep olarak da okunamaz. Gönül’ün vicdani ret hareketi için en büyük desteği kadın hareketinden umması ise zaten görünür olan cinsiyetçilik ve militarizm ilişkisinin bir tanıklığını oluşturuyor. Hareketin mihenk taşını oluşturan önemli faktörlerden birisi ise Türkiye’de vicdani reddin bir hareket olarak oluşması sürecinde vicdani retçilerin dahi kimseyi vicdani redde özendirmemesi, aksine sürekli olarak bedellerden/ başa geleceklerden ve muhtemel devlet şiddetinin yoğunluğundan bahsederek bunun iyi düşünüp düşünülmediğinin sorgulanması oluyor.
Şiddetin bütün biçimleri karşısında aynı mesafede duran vicdani redde “Mehmet’in Barış’ı sevmesi” de eklenince, askerlik kurumu için elbette bir başka ayrımcılık alanını oluşuyor. Eşcinsel vicdani retçi olmak ya da kadın vicdani retçi olmak, askerliğin anlamlandıramadığı, tarifini bir türlü yapamadığı yani ki afalladığı bir alan olarak varlığını sürdürüyor. Askerliğin bütün yapısı ile beraber heteronormativiteyi esas aldığını, dünyayı kadın ve erkek olarak iki cinsiyete böldüğünü, kışladaki bütün deneyimleri de bunun üzerinden yaşattığını görürüz. Askerlik bununla baş etmenin yolunu eşcinsel bireyi bütün özel yaşamı ile görünür kılınıp, muayene sırasında haklarını ihlal ederek “çürük” olarak yaftalıyor - çürümüş olanı kendisinin yeniden inşa ettiğini fark etmeden yapıyor bunu. Önemli olanın o kişinin o silahı eline almak istemediği olduğunu, yani kişinin savaş karşıtlığını, askerlik kurumunu tanımadığını ve meşru görmediğini anlamıyor ve eşcinselliği askerlik için fiziksel bir kusur olarak imleyerek kendi kusurunu örtbas etmeye çalışıyor.
Kadının vicdani reddi ise kadınlar “zaten” askere gitmedikleri için itibarsızlaştırılıyor ve değersizleştiriliyor. Bu yolla kadınların askerlik kurumu adına hiçbir bedel ödemediğinden dem vuruluyor ve bir kadının da vicdani reddini açıklayabileceği kabul edilmiyor. Kadın vicdani retçiler ise savaş karşıtı olan bu tavırları ile aslında çok daha önemli bir alanı tartışmaya açarak, aslında vicdani reddin sadece askerliğe gitmeyi reddetmek olmadığını sunuyorlar bize.
Kitapta kendisini anlatan İnci Ağlagül, “tam da doğrudan değilmiş gibi görünüp bizi hem doğrudan hem dolaylı yoldan etkilediği için” diyerek açıklıyor kendi vicdani reddini. Askerlik kurumu ve militarizmin çehresi hasebiyle kadının ödediği diğer bütün bedeller yok sayılarak, kadının vicdani reddinin yok sayılması ise kadının askere gitmemesi ile açıklanıyor. Kadının sisteme ayak uydurma zorunluluğu, o sistem için doğurduğu ve yetiştirmeye zorlandığı çocuklar, o çocukları kaybettiğinde bu kaybı sorgulamasının engellenmesi ve koca bir ölümün tek bir söz öbeğine sığdırılması yani “vatan sağolsun” sözünün ağırlığı, kadını hem doğrudan hem de dolaylı olarak savaşın da askerliğin de bir tarafı haline getiriyor. Kaldı ki barış zamanlarında dahi savaşa yatkın olarak yetiştirilmiş zihinler sadece erkekler değil kadınların da zihinleri olduğu için kadın aslında başından itibaren kurumun mağduru olarak yerini alıyor. Savaş endüstrisi için çocuk yetiştirmeye zorlanan kadın bu yolla potansiyel asker sayısını arttırıyor ve savaşı devletler için çok daha ucuza getiriyor. Tam da bu noktada kadınların vicdani reddi savaşın insan kaynağı durdurmaya çalıştığından çok daha önemli bir noktaya, bu kaynağın kurutulması noktasına tezahür ediyor.
Ölüme yazgılanmış genç zihinlerin isyanı olarak duruyor vicdani ret hayatta. Bu yazgıyı başından kırmaya niyetli güzel insanların tek bir söze sığdırılmış ve unutulmuş ölümlerin hesabını sormaları anlamı taşıyor. Başından beri şefkatsiz ve otoriter bir baba tavrıyla üzerlerine çullanan bütün hiyerarşiyi, devleti ve otoriteyi teker teker bedenlerinden temizlemeleri, bu yolla geri kalanın yapamadığı arınmayı gerçekleştirmeleri anlamına geliyor bu insanların vicdani reddi. Aslında bu ret; babaya/ aileye/ otoriteye/ milli eğitim tedrisatına/ marş okutan okullara ve öğretmenlere olan isyan ile bilenerek çıkıyor yoluna. Kadınların her gün öldürülüşü de; ev içinde adı konmamış bir ölümü yaşamaları da; çocukların zorunlu eğitim ve zorunlu askerlik eliyle yaşlarından çok önce korkmayı ve korkutmayı öğrenmeleri de; Kürtlere çektirilen ezanın meşrulaştırılmaya çalışılması da; seks işçiliğinin ve eşcinselliğin aşağılanması da; Ermenilerin zamanla iyileşmeyecek yaralarının ateşine körükle gidilmesi de; kışlada akıllarında hiç intihar olmayan genç insanların ölümleri de; Alevilerin, Hıristiyanların, Ateistlerin, Rumların, Kürtlerin, Ermenilerin, eşcinsellerin ve transların yani ki bu ülkede oluşturulmuş “ideal vatandaş” dışındaki her bireyin yok sayılması da askerlik kurumu ile ilintili.
Bu yüzden askerlik asla sadece askerlik değil. Bu yüzden vicdani reddin anlamı bu denli büyük, bu yüzden ona karşı çıkanlar bu kadar korkuyorlar. Korkuyorlar çünkü biliyorlar bu kurumlar bir kere reddedildi mi taşları hınçla koydukları koskoca duvarın kendi üzerlerine yıkılacağını; başından beri örmeye çalıştıkları bu kanlı ve kutsal ölümlü yapının en derininden çatlayacağını. Biliyorlar korkuyla, kanla, güçle, iktidarla ördükleri sistem eğer bu kadar derininden çatlarsa, su çatlağını bulacak; o çatlaktan sızan su serinlikle ve ferahla fışkıracak, bütün yaralarımızın üzerine merhem niyetine konacak. (IK/AS)