Türkiye, bir askeri diktatörlüğe doğru hızla yol alıyor. Arada başka hiçbir olağanüstülük olmazsa, 27 Nisan'da "e-muhtıra" ile masaya konan kılıç, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) seçimlerden Cumhurbaşkanı seçecek bir çoğunlukla çıkması halinde havaya kalkacak. AKP'nin Çankaya'ya "Cumhuriyete özde bağlılık" testinden geçmiş birini çıkartmaması halinde de aşağı inecek ve Türkiye "çok partili düzen"e geçişinin 57. yılında beşinci askeri müdahalesiyle yüzleşmiş olacak.
27 Nisan "e-muhtırası"nın kaçınılmaz mantığı bunu gerektiriyor: AKP'nin Meclis'e 367 milletvekili ya da 367 milletvekilini bir araya getiren bir koalisyon imkânıyla girmesi, bu muhtıranın arkasındaki sorumluların görevden alınması ve yargı önüne çıkarılmalarıyla sonuçlanmazsa AKP hükümet edemez; ederse, iki başlı bir rejimi ve hükümetin bu rejimin tâbi unsuru olduğunu da kabullenmiş olur. Böyle bir rejim sürdürülemez.
Komuta kademesi "Cumhuriyete özde bağlılık" talebiyle başkaldırdığı AKP hükümetine artık mecliste 367 milletvekiline sahip olduğu için boyun eğecek olursa, bu da silahlı kuvvetlerin "göreli üstünlüğü" varsayımına dayalı askeri vesayet rejiminin son bulması ve ordunun sahip olduğu bütün imtiyaz ve üstünlüklerden geri dönüşsüzce vazgeçmesi demek olur. Böyle bir beklentiyse ancak Türkiye'nin politik tarihine ilişkin derin bir cehaletin ürünü olabilir.
Görünüşe göre bir "Kırmızı Pazartesi" açmazıyla karşı karşıyayız. Gabriel Garcia Marquez'in ünlü romanındaki gibi, herkes kimin kimi öldüreceğini biliyor, zaman hızla akıyor, kimse mukadder sonu önlemek için parmağını kıpırdat(a)mıyor, gidişat fısıltılar, dedikodular, rivayetlerle an be an dramatikleşiyor.
Silahlı Kuvvetler, Cumhurbaşkanı, yargı, üniversite, medya ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) de desteğini yanına alıp AKP hükümetini peş peşe indirdiği darbelerle sersemletirken, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ile Koç imparatorluğu Genelkurmay'ın "e-muhtıra"larına paralel olarak AKP'ye "eğitim ve kıyafet devrimleri"ne karşı geldiniz suçlamasını yöneltiyor. Büyük sermaye ile Silahlı Kuvvetler arasında AKP'yi iktidar konumundan geriletme hedefine yönelik yeni bir ortak payda oluşuyor.
Gene de, 27 Nisan "e-muhtırası"nın içinde gerçekleştiği koşullar dikkatlice çözümlendiğinde, bu uyarının kelimenin sözlük anlamında bir "darbe" olmaktan çok, kendisini bir darbe yapmaktan alıkoyması için Genelkurmay'ın Anayasa Mahkemesi'ni "görev"e davet ettiği bir çağrı olduğu kolayca görülebilir. Silahlı Kuvvetler, böylece hükümetin denetimi dışına çıktığı bir adım attı ama sonuçta AKP Cumhurbaşkanını seçememiş, ordu da bir darbe yapmamış olarak kaldı.
AKP geriletilemedi, CHP ilerletilemedi
Ancak, gidişat ve ilk kamuoyu yoklamaları -bütün "e-muhtıra"lara, bayraklı "Cumhuriyet mitingleri"ne, bu mitinglerin medyanın içbükey aynasında milyonların AKP'ye karşı başkaldırısı diye yansıtılmasına karşın- AKP'nin toplumsal desteğinin istenildiği ölçüde zayıflatılmadığını, hatta Kasım 2002 sonuçlarıyla hemen hemen aynı kaldığını gösteriyor.
Anayasa Mahkemesi, Temmuz 2002'de seçmenin önüne bir de "cumhurbaşkanı seçimi" sandığı konulmasını önlese bile seçimlerin, Cumhurbaşkanının AKP'nin rızası olmadan seçilemeyeceği bir meclis aritmetiğiyle sonuçlanması en yüksek olasılık. Buysa genişleyen ve derinleşen ve bütün politik güçleri içine çeken bir kaosun patlaması demek.
Peki, bunların tümünden belirsiz bir süre için, "ikinci bir emre kadar" kurtulmayı mümkün kılacak bir formül bulunabilir mi? Bu sorunun cevabı güneydoğudan ve büyük kentlerden gelen şiddet ve ölüm haberleri eşliğinde giderek şekilleniyor: Güvenlik gerekçesiyle seçimleri ertelemek!
Güvenlik sendromu
Seçimler yaklaştıkça şiddetin ölçeği ve verdirdiği kayıplar hızla yükseliyor:
Ankara, Anafartalar Çarşısı'ndaki patlamayla başlayan sivillere yönelik saldırılar diğer büyük kentlerde süregidiyor; Güneydoğu'da ve Irak sınır çevresinde PKK ile silahlı kuvvetler arasındaki çatışmada eratın yanı sıra subay ve astsubayların verdiği kayıplar artıyor; insanlar doğdukları yerlere bayraklara sarılı tabutlar içinde dönerken cenaze törenleri, örgütlü bir biçimde ırkçı gösterilere dönüştürülüyor.
Savaş kışkırtıcıları, başta CHP lideri Deniz Baykal olmak üzere, "sorunun kaynağı" olarak gördükleri Kuzey Irak'a askeri bir sefer için kamuoyunu zehirlemeye devam ediyor.
Artan şiddet üzerine 9 Haziran'da Genelkurmay websitesinden yapılan yeni duyuru, Silahlı Kuvvetlerin 27 Nisan'da masanın üzerinde bıraktığı kılıcın keskin kenarını AKP'ye (siyasal İslam'a) yöneltmiş görünse de, sivri ucunu Kürt hareketine ve demokratik muhalefete doğrulttuğuna artık kuşku bırakmıyor. 27 Nisan "e-muhtırası"nda "'Ne mutlu Türküm diyene!' anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" mealindeki "düşman" tanımlaması, 9 Haziran'da daha da ayrıntılı bir döküme ulaştırılıyor.
"Her fırsatta, yurt içinde ve yurt dışında barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini, terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşlar"ı "bu olayların gerçek yüzlerini görme zamanı"nın artık geldiği konusunda "uyaran" Genelkurmay başkanlığı "Ulusumuzu" da "Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağ dışı bir yapı olduğunu düşünen (...) tehlikeli yaklaşımı fark etme"ye çağırıyor ve "bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesi"ni istiyor.
Silahlı kuvvetlerin imalı ve nesnesi genelleştirilmiş suçlamalarını çözümlediğimizde Meclis'te görülmek istenmeyenler listesinin aslında sanıldığında da kabarık olduğu ortaya çıkıyor:
"Sözde laik" AKP'liler, "Ne mutlu Türküm" demeyen, ya da "Türküm ama mutlu değilim" diyen bütün milletvekilleri, "barış, özgürlük ve demokrasi" için çaba gösteren, insan hakları konusunda kaygılı parlamenterler, Türkiye'nin çok-kimlikli toplumsal yapısına uygun bir siyasal düzen arayışında olan DTP'li-bağımsız milletvekilleri... Seçimlerden çıkacak tablo aşağı yukarı öngörülebildiği nispette, Silahlı Kuvvetlerin gelecek meclis çoğunluğunu "iç-düşman" olarak göreceği, bu meclise ve onun seçeceği hükümete karşı, 27 Nisan "e-muhtırası"nın mantığı gereğince harekete geçmeye zorunlu kalacağı apaçık.
Bunun silahlı kuvvetlerin en çok arzuladığı durum olduğu çok kuşkulu. Askerî vesayet düzeninden hiçbir zaman vazgeçmek istemeyeceği açık olsa da, silahlı kuvvetlerin kendisini NATO'daki belli başlı müttefikleri nezdinde Taylandlı ya da Pakistanlı askerlerle aynı mertebeye düşürecek bir hükümet darbesinden mümkün olduğu nispette kaçınacağı öngörülebilir.
"Savaş hali" mi?
O zaman hem bir zorlayıcı nedene dayanan -Irak sınırından içeri yönelen PKK saldırıları- hem de halkın arzusuna tercüman olan -"yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksi"- bir tür savaş hali ya da olağanüstü hal ilanına yönelik emri vakilerle hükümeti ve meclisi köşeye sıkıştırmak ve seçimlerin ertelenmesini sağlamak, dünya ve Türkiye kamuoyuna pekâlâ "demokratik" bir hal yolu olarak dayatılabilir. Bu, maruz kaldığı tepkilerle gerçek mahiyetini sonraki aşamada ortaya çıkartacak bir askeri diktatörlüğün, kendisini "güvenlik önlemi" olarak meşrulaştırmasından başka bir şey olmayacaktır.
Her ne kadar CHP lideri Deniz Baykal, kendi partisinin çoğunluğu elde ederek Cumhurbaşkanı seçimini Silahlı Kuvvetlerin istediği ölçülere uygun olarak mecliste gerçekleştirebileceği hayaliyle seçimlerin ertelenmesine karşı çıkar görünse de, CHP'nin böyle bir ilerleme sağlamadığı ortada.
Toplum, 22 Temmuz seçimlerine kısa bir süre kala, Türkiye içinde gerçekleştirilebilir bir politik hedefe artık bağlanamasa da bölgesel dengeler kapsamında varlığını sürdüre gelen PKK şiddeti, her türlü barışçı çözümü reddeden silahlı kuvvetlerin Kürt sorununu inkâr siyaseti, askeri vesayet sistemini sürdürme ısrarı ve buna eklemlenen CHP siyasetiyle AKP'nin hiçbir politik geleceği ifade etmeyen muhafazakâr-dinci taassubu arasında sıkışmış görünüyor.
Seçimler mutlaka gerçekleştirilmeli
Kısa vadede bu tabloda büyük çaplı değişiklikler muhtemel değil. Ancak seçimlerin gerçekleşmesi ve parlamentoya Kürtlerin ve solun bağımsız temsilcilerinin girmesi, toplumun kendi kaderini ele almak üzere harekete geçirilmesi açısından çok esaslı bir kaldıraç görevi görebilir.
Bu nedenle parlamento kapısının açık tutulması, seçimlerin gerçekleştirilmesi ve solda bağımsız ortak adayların DTP'li bağımsızların yanı sıra Meclis'e taşınmaları Türkiye'nin emekçi halklarının geleceği açısından; şeriat-laiklik ekseninde süre giden ve emeği ortak çıkarlarından uzaklaştıran bölünmenin bertaraf edilmesi açısından; toplumsal mücadelenin üzerinde gerçek bir bağlama kavuşacağı üçüncü kutbun inşası açısından yaşamsal bir önem kazanıyor.
Silahlı kuvvetlerin kendisini toplumun sahibi ve efendisi konumuna yerleştirerek yurttaşları birbirlerine karşı harekete geçme ve toplumun kaderine el koyacağı bir askeri diktatörlüğe bu şekilde onay sağlama girişimine karşı en etkili panzehir, henüz bir askeri darbe gerçekleşmeden önce onu inandırıcılığının başlıca dayanağı olan "güvenlik" gerekçesinden yoksun bırakmak.
Ezilenler, temsilcilerini meclise gönderme kararlılıklarını şiddetten ve onun her türlüsünden özellikle bütün seçim dönemi boyunca uzak durmaktaki kararlılıklarıyla da tanımlamak zorunda.
Devrimcilik, bir askeri diktatörlük karşısında yazılabilecek her türlü kahramanlık destanından önce, o diktatörlüğün yolunu kapatacak hamleleri sabırla gerçekleştirmekle ilgilidir.(EK/EÜ)
* Ertuğrul Kürkçü'nün bu yazısı aylık Siyasi Gazete'nin Haziran 2007 sayısında yer alıyor.