Gece yarısı ansızın uyanmıştım. Aman Allahım o da ne! Bacaklarımdan aşağıya doğru sular akıyordu! Yoksa altıma mı kaçırmıştım?!
Çok geçmeden bunun hiç tanımadığım birşey olduğunu anlayacaktım. Tuvaletle yatak arasında mekik dokuyordum. Pamuklar, bezler, kağıtlar yetmiyordu.
Saat gecenin üçü, herkes derin uykuda. Kimseyi rahatsız etmek istemiyorum ama olacak gibi değil, yavaşca en yakın arkadaşımı uyandırdım. Birkaç dakika içinde tüm koğuş ayaktaydı. Tüm ışıklar açılmış kadınlar telaş içinde ne yapacaklarını tartışıyor, koşuşturuyorlardı.
Sular geliyor, ben korkulu bir telaş içinde tuvaletle yatak arasında mekik dokuyordum. Olağanüstü bir şeyler oluyordu vücudumda, giderek tedirginliğim artıyordu.
Gidiş dönüş dört saatin üzerinde bir şehirlerarası yolculuk yapmıştık dün, yollar virajlı ve engebeliydi. Yol boyu otobüsün sarsıntılarından kendimi korumak için çok çaba sarfetmiştim ama işte sonuç...
Kadınlar “gardiyan!” diye bağırarak kapıları yumruklamaya başladılar. Gerinerek, esneyerek uyanan gardiyan koğuşu azarladı:
“Ne var, ne oluyor, kesin şu gürültüyü!”
“Bebek geliyor. Çok acil! Arkadaşımızın derhal hastaneye götürülmesi lazım!”
Koşuşturmalar yarım saate yakın sürdü.
Gardiyan hiç oralı olmuyordu.
“Eski köye yeni âdet getirmeyin. Cezaevinde ilk doğuran sizin arkadaşınız mı? Kesin artık, bir köy ebesi bulur getiririm şimdi..”
“Hayır, hastanede doğuracak! İlk doğumu bu. Görmüyor musun ne durumda olduğunu, hemen şimdi hastaneye götüreceksiniz!”
Baskılara dayanamayan gardiyan, “Durun bakalım, müdürü arayalım bakalım ne diyecek” diye uzaklaştı.
Çok geçmeden askeri cemsenin arka koltuğunda yanımda bir gardiyan ve iki askerle, hastane yolundaydık.
***
Eylül meyvenin en bol olduğu aydır. Hemen her çeşit meyveyi bulmak mümkün. Pazarda birbirinden güzel meyve tezgahları arasında dolaşırken, ne iyi yaptım da baharda, sokakları portakal çiçeği kokan bu şehre geldim diye geçiriyordum içimden.
Şirin bir sokakta şirin bir ev tutmuştuk. Sevdiğim adamla evlilik hazırlığı yapıyorduk.
Elimde meyve sebze torbaları, zili çaldım. Kapıyı açan anneciğim, birkaç gündür bende kalıyordu. Çok yoksul bir komşusunu ve hasta çocuğunu da almış gelmişti.
Güzelce tedavisini yaptırdık çocuğun, birazdan şehirlerine döneceklerdi. Zil çaldı. Açtım. İki sivil adam, adımı sordular.
“Sizi almaya geldik!”.
Beni gözyaşları içinde uğurlayan annemin yürek delen bakışlarını hiç unutmadım.
***
Cemsede iki silahlı askerle başka bir şehre doğru ilerliyorduk.
“Tüh ilaçlarımı unuttum!”
Mide ve bağırsaklarım rahatsızdı. İki saatlik şehirlerarası yolculuktan sonra bir binanın önünde durduk.
Beni cemseden indirdiler, “dön arkanı!” deyip gözlerimi bağladılar. Sırtıma yediğim yumrukla yere kapaklandım. O da ne, futbol topuyla oynar gibi paslaşıyorlar beni, hakaretler yağdırıyorlar.
Hiçbir şey anlamıyordum, allak bullak olmuştum. Amaçları da bu muydu ne!
Ne kadar zaman geçti, bana ne soruyorlardı, neden kafama vücuduma rastgele vuruyorlardı, kimdi bu adamlar, neredeydim ben?
Adamlardan biri itti beni.
“Otur şuraya!”
Yer beton, gözlerim bağlı. Kendimi korumak için dizlerimi karnıma çektim, başım dizlerimin üstünde, ellerimle kafamı tutarak yere çöktüm.
Çok geçmeden “kalk!” diye bağırdı biri, hemen itaat ettim.
“Yürü!” dedi sert bir erkek sesi, düşmemeye çalışarak ilerlemeye çalıştım. Birkaç basamak çıkıp bir masanın önüne geldik.
Ortamda itibar edilen birinin varlığını gözlerim bağlı olsa da hissetmiştim.
Oturmam gerekiyor diye düşünüp, gözbağımın altından farkettiğim bir sandalyeye yavaşca ilişirken okkalı bir küfürle doğruldum.
“Kim sana otur, dedi orospu!”
Sonra devam etti gürleyerek: “ Eee bil bakalım ben kimim?”
“Aman efendim, sizi nasıl bilebilirim yüzünüzü bile görmüyorum” diyecek oldum.
Sesini daha da yükseltti, sertçe: “Sen beni çok iyi tanırsın orospu” dedi. Odada bir sürü adamın varlığını hissediyordum ancak ürkütücü bir sessizlik vardı.
Kimdi bu adamlar, nasıl davranmalıydım, niye buradaydım? Titreyen korku dolu sesimle, “Efendim sizi bilsem tanısam neden söylemeyeyim..” diyecek oldum.
Aynı dehşet ve nefret dolu ses, “Ben sana bir daha benim karşıma çıkma demedim mi!” diye gürledi.
Aaa tamam! Bu Maraş’ın paşası Yusuf Haznedaroğlu!
Nasıl da hatırlamadım bu ‘büyük’ adamı.
Birkaç ay evvel misafirhanede beni iki askerle bir odaya çekerek önce nasihat sonra tehdit etmemiş miydi?
“Sana gelen mektuplar elimde bak, telefonlarını dinliyoruz, ayağını denk al!” dememiş miydi?
Üstelik bir de babacanca öğüt vermemiş miydi?
“Neden böyle ciddi gazeteler, kitaplar okuyorsun, pembe gazeteler pembe kitaplar oku” dememiş miydi!
Ve ayrıca da ne kadar güzel bir kadın olduğumu, manikürümü, saçımı yaptırıp zengin bir koca bulabileceğimi söyleyip, pembe panjurlu evimde kocamla, çocuklarımla güzel bir yaşam geçirmemi tavsiye etmemiş miydi?
“Evet efendim, şimdi sizi hatırladım.” dedim.
“Şimdi seni bu adamların eline vereceğim, buradan çıktığında seni kimse tanımayacak. Alın götürün şu pisliği buradan…”
***
Sular gelmeye devam ediyor! Acaba yol ne kadar sürer? Nasıl da zaman mefhumunu kaybettim! Uzun boylu, ince, esmer ve köy şivesiyle konuşan genç kadın gardiyan, askerlerle erkek erkeğe muhabbet ediyor.
Özellikle mi seçiyorlar bunları böyle! Önceki cezaevindekiler de böyleydi, bundan daha küfürbazlardı üstelik.
Yakası açılmadık küfürleri ben bu gardiyanlardan duydum. Erkeklerin dünyasında kendilerini ancak onların değerleriyle var edeceklerini farketmişler.
Yol çok engebeli ve ne kadar çok sarsıyor. Hastaneye yetişebilecek miyim, ya yolda doğurursam, orada bana nasıl davranacaklar?
Ziyarete gelenlerden gebelik ve çocuk eğitimiyle ilgili kitaplar istemiştim ama kimse getirmemiş miydi yoksa getirmiş de yönetim mi izin vermemişti içeri alınmasına?
Ne kadar bilgisizim, hiç ilgilenmemişim çocuklarla, bakımlarıyla, doğumlarıyla....
Geceler gündüzlere karışıyor, sırtım duvara dayalı beton zemin üzerinde gözlerim bağlı oturuyorum.
***
Girdiğimde ilk söylenen söz “sakın bizi görmeye çalışma yoksa buradan ölün çıkar” olmuştu.
Geldiğimin bilmem kaçıncı günü gecenin sessizliğinde meraktan çıldırıyorum acaba nasıl bir yerdeyim, geceleri duyduğum bu işkence sesleri insan sesi mi?
Kafamı yavaşça kaldırmak ve gizli gizli etrafımı süzmek için can atıyorum ama bir türlü cesaret edemiyorum. Korkuyorum.
Yok yok böyle olmayacak bu merak çıldırtacak beni!
Sessizliği dinliyorum çıt yok ne bir ayak sesi ne bir nefes, tam sırası yavaş yavaş kafamı kaldırıp etrafı görmeliyim.
Ya birisi beni gözetliyorsa tam kafamı kaldırdığımda kafama bir darbe yersem. N’olursa olsun, diyorum ve yavaşca kafamı kaldırıp göz bağımın altından etrafı incelemeye başlıyorum.
Onlarca insan! Kadın erkek gözleri bağlı tahmini ikişer metre arayla duvar diplerine dizilmişler başları önlerinde sessizce oturuyorlar.
Yüreğimi acıyor. Diğer yandan da seviniyorum yalnız değilim.
Şimdi biraz daha cesaretleniyorum sanki birlikten kuvvet doğacak da hep birlikte bu işkence yuvasından kurtulacağız.
***
Ooh! Nihayet hastanedeyiz. Bu beni rahatlatıyor. Doğumhaneye alınıyorum, bir ebe bir hemşire tarafından muayene ediliyorum, daha var bebeğin gelmesine, diyorlar; şuralarda gezin sancıların artsın.
Askerler doğumhanenin kapısında ben içerde geziniyorum sancılarım gidip geliyor. Heyecanlıyım bebeğime kavuşmaya sadece saatler kaldı. Sancı kimin umrunda nasıl olsa geçecek sonunda kucağıma alacağım oğlumu diyorum?
Tuhaf nereden biliyorum bunu? Tüm hamileliğim boyunca bir kere bile tıbbi muayeneden geçmedim.
Hayır hayır iki doktor muayene etmişti, biri ilk gözaltında, diğeri spor salonunda; ikisi de işkenceye manisi yoktur, demişti.
Oysa doktor geldi dediklerinde ne kadar da sevinmiştim, o spor salonunda gözlerim bağlı betonda otururken.
***
İshal ve kusmadan çok sıvı kaybetmiştim, parmaklarım buruşmuştu. Yanıma alamadığımdan ilaçlarıma da devam edememiştim.
Doktor “sürekli bir ilaç kullanmanızı gerektirecek bir hastalığınız var mı?” diye sorduğunda hemen atılmıştım.
“Evet koli basiline karşı ilaçlarımı yanıma alamadığımdan ellerim buruş buruş oldu çok sıvı kaybettim, lütfen bana serum verilmesini sağlar mısınız?”
Yanındakilere “bir engeli yok” dedi ve sonraki arkadaşa geçti.
“Engeli yok” sözüyle, bu hipokrat yemini etmiş doktorun işkencecilere verdiği mesajı anlamakta geç kalmayacaktım.
***
Aşağı yukarı gece saat dört gibi getirildiğim bu doğumhanede kendimi güvende hissediyordum; ne de olsa bir sağlık kuruluşunda bebeğim ve ben güvenli ellerde sayılırız.
Gün ağarmaya başlıyor, sancılar ara ara gidip geliyor, ben kapımda iki silahlı askerin ‘güvenliğinde’ tek başıma bir odada sancıların artması için yürütülüyordum.
Umarım bir terslik olmaz diye bir yandan da dua ediyordum. Hesabıma göre nerden baksan daha iki hafta kadar vardı doğuma.
Dünyada hiçbir şeyi oğlumu istediğim kadar istememiştim.
Acaba erken doğuma dün, birbirini tanımayan iki otobüs dolusu insanın ikinci kez çıkarıldığı sıkıyönetim mahkemesine gidiş dönüş dört saati aşan uzun otobüs yolculuğum mu sebep oluyordu?
Yolda sarsıntıyı hissetmiş ellerimi karnımın altına bastırarak bebeğimin sarsılmaması için kendimi sağlam tutmaya çalışmıştım. Demek ki işe yaramamış.
Kalbim bebeğime bir şey olacak korkusuyla, sancılar içinde kıvranırken dua ediyordum. Umudumu hiç eksiltmiyordum, bebeğimi kucağıma alabilme heyecanı her şeyi bastırıyordu.
Ya tahliye olamazsam ya bebeğimi içerde büyütmek zorunda kalırsam?
N’olursa olsun ben bebeğimi istiyordum. Yok yok, kesin tahliye olurum! Bana “şu şu kitapları okumuşsun” diye soruldu dün mahkemede “evet okudum” dedim.
Nereden aldın bu kitapları, dendi “Taksim meydanından” dedim.
Bundan bir şey çıkmaz, niye okuduğumu inkar edecektim ki? Askeri yetkili, askerleriyle evimi aradıktan sonra; bu kitapları ben de okuyorum zaten sizde de her birinden sadece birer tane var bunlar suç teşkil etmez, dememiş miydi?
Yok kesin tahliye olurum.
Allahım işte cehennem! bu dünya yalan falan değil, gerçek cennet cehennem burada. Ne yapıyorlar dışarıdaki insanlar, bu ne duyarsızlık!
Zaman kavramını kaybetmeye başlamıştım; iki haftadır mı yoksa üç haftadır mı buradaydım.
Bugün günlerden ne, ayın kaçı, giderek mide bulantılarım artıyor, ne geçmez bir koli basiliymiş bu.
Ne zaman kurtulacağım bu cehennemden. Yine insan hayvan karışımı sesler yükselmeye başladı, kulaklarımı kapatıyorum duymak istemiyorum. Bu sesler mide bulantılarımı artırıyor.
Yine sesizlik çıt yok. Yoruldular, dinleniyorlar herhalde. Neyse battaniyeye benzer pis bir örtü verdiler. Hiç olmazsa betonla ilişkimi kesti. Her öğün çeyrek ekmek de dağıtıyorlar, tuvalette musluğa ağzımı dayayıp su da içiyorum.
Bazen uzun süren sessizlik saatleri ölüme eşdeğer, sanki asırlarca sürüyor. Bu da bir işkence yöntemi mi acaba?
***
Artık gizli gizli göz bağımın altından etrafı süzenin tek ben olmadığımı da görebiliyorum, gözleri bağlı bu insanların hiçbirini tanımıyorum.
Artık bu mekanın bir spor salonu olduğunu anlamış, göz bağımın altından gördüğüm ayakların sahipleri hakkında fikir sahibi olmuştum.
Postallı askerler ve siviller vardı. İşkenceyi yapanların siviller olduğunu anlıyor ve de işkencecilerimi seslerinden tanıyordum artık.
Her an her yandan tekme gelir korkusuyla tam da cenin pozisyonu almıştım. Öyle anlar oluyordu ki, tam içim geçmişken bir tekme darbesiyle yüreğim ağzıma geliyor “sanki göz bağımdan görecekmişim gibi” gözlerimi açıyordum.
Kalk orospu, diyen sese aynen itaat ederek cellatların “eğlence odasına” götürülüyordum.
Yapılan hakaretler ve rastgele savrulan tokatlara karşı kendimi korumak için gövdemi karnıma doğru büküyor ellerimle başımı sıkı sıkıya tutuyordum.
Bana bir paçavraymışım gibi davranıyorlardı. Önceleri isnat edilen herşeyi red ediyordum. Sonra farkettim ki bu suçlamaları kabul etmezsem buradan kurtuluş yok.
Boş kağıda imza atayım, siz üstünü doldurun, dedim. Sen seç, diyorlardı, üstlen bu suçları. Hayır ben bunların hiçbirini işlemedim, dediğimde tekme tokat küfür başlıyorlardı; ya bunları üstleneceksin ya da aylarca bu cehennemde yaşayacaksın!
Giderek hakaretlerin dozunu artırıyorlar. Güzel yüzümü tanınmaz hale getireceklerini, birkaç şehvetli erkeğin benimle nasıl eğlenecekleri anlatıyor, tehditler savuruyorlardı.
***
Tek başıma koydukları küçük bir odada, sancılarımın artmasını beklerken bir aşağı bir yukarı yürüyordum. Karmakarışık duygular içindeydim.
Bir yerde okumuştum; bebekler anne karnındayken anneyi duyarlar, duygularını hissederler diye.
Her akşam yatağıma girdiğimde karnımı okşar onunla konuşurdum. Ona sevgi dolu sözcükler söyler, bu sıkıntıların geçici olduğunu yakında görecek güzel günlerimiz olacağını fısıldardım.
Minicik ayaklarının sert tekmeleri beni çok heyecanlandırırdı. Onun karnımdaki varlığı içerde benim yegane gücüm olmuştu.
Yavrumla birlikte katlanmıştık bu fare deliklerine. Hiç umutsuzluğa kapılmadım tamamen yavruma odaklandım, onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesi için, elimden geldiğince iyi beslenmeye, uykularıma, en önemlisi bu moral bozucu, iç karartıcı iğrenç yerde, ona kavuşacağım günün heyecanı ve özlemiyle yaşadım.
O içimdeki ışıktı, benim yaşam enerjimdi, umudumdu, herşeyimdi. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik yavrum, dedim elimi karnımın üzerinde dolaştırıken; tuhaf bir bağ vardı bebeğimle benim aramda, sanki beni duyuyor gibi gelirdi, -belki bütün anneler için bu böyle- bu da bana huzur ve mutluluk verirdi.
Sancılarım giderek sıklaşıyordu; hemşire hemşire, diye bağırdım, acaba bebek geliyor mu? Saat sekize geliyordu, daha önce muayenemi yapan hemşire ve ebe geldiler, beni tekrar doğumhaneye aldılar, muayeneden sonra sancıların daha da artması gerektiğini, henüz doğum için erken olduğunu söylediler.
Hiç çaresiz bekleyecektim yavruma kavuşmak için bir süre daha.
***
Geldiler, kollarımdan tutarak beni sürüklediler, üst kata çıkardılar ve bir masaya oturttular.
Aç göz bağını, diye emretti sesini çok iyi tanıdığım işkencecim. Hayır, diye yanıtladım.
Oysa her emre harfiyen uyuyordum, nasıl bu emre itaat etmedim! Açmanı ben istiyorum, diye ısrar etti aynı ses. Hayır, dedim tekrar.
Neden diye sordu? Sizlerden birini görürsem neler olacağını biliyorum. Hayır bir şey olmayacak, şimdi ifadeni alacağız, imzalayacaksın ve bugün buradan doğruca cezaevine götürüleceksin, dedi.
O anda geçmişte yaşadığım bir deneyimim gözümde canlandı. İlk gözaltımda, çalıştığım ilçenin yarım kalmış ve terk edilmiş otobüs garajında bir hafta tutulmuştum.
İlçenin birkaç kilometre dışında bulunan bu otobüs garajında küçük küçük yazıhaneler yapılmış; bu yazıhanelerin sadece dört duvarı ve üstü kapatılmıştı.
Derme çatma kapı ve pencerelerinin de; kısa zaman önce takıldığı gözden kaçmıyordu.
Bir hafta boyunca tek kadın olarak ben ve yirmi kadar erkek burada gözaltında alıkonulmuştuk.
İlk getirildiğimizde bizi araçtan indirdiler ve ellerimize birer ‘göz bağı’ tutuşturdular; kapı çaldığında bunları gözlerinize bağlayacaksınız, sizi sorgulayan kişiyi görürseniz! ... tehdinini savurmuşlardı.
Odamın kapısı tıklatıldığında derhal göz bağımı bağlıyordum. Geceleri acı içinde, çaresizce can havliyle bağıran insanları duymamak için kulaklarımı kapatıyordum.
Yalnız başıma konduğum bu hücremde işkencecimle son akşamki sohbetimi hatırladım.
Son akşam –ben son gece olduğunu bilmiyordum- kapı tıklatıldı, derhal gözbağımı bağladım. Daha önce birkaç kez beni sorgulamış olan adam, “ki onu sesinden tanıyordum” odama girdi.
Zaten verilen emre itaat etmeyi ilk burada öğrenmiştim. Sizinle biraz konuşmak istiyorum göz bağınızı çıkarın, dedi kibar birşekilde.
Hayır, dedim derhal. Adam beni ikna etmek için konuşuyordu. Ben sizin hiçbir örgütle ilişkiniz olmadığına dair raporumu hazırladım ve bu sabah da hepinizi serbest bırakacağım.
Lütfen bana güvenin ve çıkarın gözbağınızı. İçim çok rahat değildi ama göz bağımı çıkardım. Karşımda, 23-25 yaşlarında, ufak tefek, sakallı, mavi gözlü, üstünde bir kot ve bir gömlek olan genç bir adam duruyordu.
Sesi ve bakışları yumuşaktı. Ben, dedi, sizin suçsuzluğunuza inanıyorum; ne var ki hakkınızda bir çok şikayet mektubu alıyoruz ve bunları değerlendirmeye mecburuz.
“Burada sadece sizin siyasi görüşünüzden olanlar değil, karşı siyasi görüşten de insanlar var; hani geceleri duyduğun o yalvaran sesler sizin arkadaşlarınızdan çıkmıyor; yarın hepinizi serbest bırakacağım, inanmazsanız arkadaşlarınıza sorabilirsiniz.”
Adamın ılımlı yaklaşımından cesaret alarak; vicdanının rahat olup olmadığını, yarın çocuklarının yüzüne nasıl bakacağını sordum “ben evliyim ve bir aylık bir kızım var” dedi.
“Bu seslere gelince burada ‘filistin askısı’ kullanıyorum bu insanları konuşturmak için. Ben özel eğitimden geçirildim, benim için şu ya da bu görüş fark etmez; verilen görevde hangi yöntemi kullanmak gerekiyorsa onu kullanırım.
“Bu benim işim, duygularımı katarsam işimi yapamam. Bir insanının filistin askısına dayanma süresini ben bilirim ama ‘o’ bilmez.”
Ben buraya bir hafta önce gece helikopterle geldim ve bu gece helikopterle ayrılacağım, asla gündüzleri sokağa çıkmam görev yaptığım yerde, dedi.
Aklımdan bunlar geçerken içimde bir korkuyla gözbağımı çıkardım. Karşımda üç sivil oturuyordu başından beri bu adamlar benim işkencecilerimdi, seslerinden tanıyordum onları.
Adamlardan biri ağzından gelen keskin bir soğan kokusuyla, ceketinin kolunun eprimiş ucunu gözüme sokarak, bak benim de ceketim eski, şimdi ben de komünist mi olayım dedi?
Hazırlanan uydurma ifadeyi imzaladıktan, uydurma mahkemeye çıkarıldıktan sonra cezaevine konacaktım.
***
Ebe ve hemşire üzerimde tepiniyorlardı, bir yandan da ıkın ıkın diye bağırıyorlardı, bebek gelmekte zorluk çıkarıyor karnına bastırmak zorundayız, diyorlardı.
Korku ve ter içinde ıkınmaya çalışıyor bir yandan da yalvarıyordum; aman karnıma bastırmayın bebeğime bir şey olacak!
Herşey normal mi seyrediyordu, yoksa olağanüstü bir durum mu vardı?
Doğum konusunda en ufacık bir fikrim yoktu. Hamileliğim süresince doğumu düşündüğümde, sırtında bebek, karnında bebek tarlada çapa yapan hiçbir tıbbi imkandan yararlanamayan köy kadınlarını düşünürdüm.
Zamanı geldiğinde bebeğin kendiliğinden dünyaya geleceğini bunun için kaygılanmaman gerektiğini...
Ama hiç de düşündüğümle örtüşmeyen bu durum beni kaygılandırıyordu.
Kadın çıktı üstüme oturdu. Ne yapıyorsun? diye bağırdım.
Dayan içinde ölsün mü, bebek gelmiyor işte diye bağırdı, aah canım oğlum benden ayrılmak istemiyor diye geçirdim içimdem.
Bu arada ebe ve hemşire, sakın üstüne çıktığımızı kimseye söyleme, buna mecburduk, dediler.
Oğlum oğlum deyip duruyorum, hatta adını bile erkek adı olarak belirledim. Nasıl bu kadar emin olabiliyorum?
Saat dokuza doğru yatırıldığım doğum masasından 10‘a doğru oğlumun çığlığıyla kaldırıldım.
Oğlan, gözün aydın! Biliyordum, biliyordum dedim kan ter içinde...
Ayaklarından tutarak başaşağı çevirdiler, sardılar sarmaladılar, doğumhanenin çapraz karşısındaki küçük odaya beni ve oğlumu koydular.
Heyecandan, korkudan, yalnızlıktan, ne yapacağını bilememezlikten tirtir titriyordum.
***
Sarılmalar, ağlaşmalar sevinç nidaları! Aaaa sen de mi buradasın! Ay sen de! Aman allahım; nihayet bir insana dokunabiliyoruz, nihayet bir insan sesi duyabiliyoruz, konuşabiliyoruz.
Ne güzel cezaevinde olmak!
Cehennemden sonra cezaevi bize cennet gibi gelmişti. Önceden tanıdığım dört arkadaşımla aynı çatı altında olmak içimi rahatlatmıştı.
Boyuna kalabalıklaşıyor, ard arada yeni kadınlar getiriliyordu, karmakarışık ifadeli yüzler! Korku, endişe, heyecan, telaş, şaşkınlık... Akşama kadar süren bir geliş trafiği... bir sürü tanımadığım yeni yeni yüzler.
Sayım var, diye gürledi Gardiyanın sesi Aaa o da ne! Herkes telaş içinde dışarıya avluya koşturuyor, nerdeyse birbirini ezecek. Gardiyanın küfür dolu sözleri hızlandırıyordu bu koşuşturmayı.
Avluda sıraya dizdiler bizi 1, 2, 3, ........ 46 dedi en sondaki...
Tam 46 kişiyiz. Cezaevi her biri iki katlı eski birkaç bakımsız köhne iç karartıcı yapıdan ibaretti.
Bu binaların en köhnesi ve küçüğü biz kadınlara tahsis edilmişti. Kara demir bir kapıdan girince ilk göze çarpan iki katlı dört ranzaydı.
Ranzalar yan yana başları duvara gelecek şekilde dizilmişler, ayak ucuyla karşı duvar arasında ancak iki insanın yan yana geçebileceği kadar bir alan vardı.
Ranzaların bittiği yerle derme çatma bir banyo arası yaklaşık bir buçuk-iki metreydi.
Banyonun yanından avluya bir kapı açılıyordu. Avlunun tüm alanı hemen hemen içerinin alanı kadardı. Üstü açık avlunun bir ucunda tuvalet diğer ucunda derme çatma bir raf ve masadan ibaret bir mutfak vardı.
***
Odamın kapısında silahlı iki asker benim ve bebeğimin “güvenliği” için 24 saat nöbet tutuyordu. Odada, benim için bir demir karyola, bir de yavrum için küçük bir karyola vardı.
Karyolam duvara yaslanmış, başucum pencerenin altında kalıyordu böylece odamın cezaevini aratmayacak penceresinden (çok muhtemel ki bu oda benim için özel seçilmişti) gökyüzüne bakmak için başımı sağa çevirip kafamı yukarı kaldırmam gerekiyordu. Sağ kolumdan karyolaya kelepçelenmem pozisyonumu çok zorlaştırıyordu.
Yine de o gökyüzünü görebilmek için olağanüstü çaba sarfediyordum. Lohusa yatağımda karyolanın demirine kelepçelenmiş olmak çok ağırıma gidiyordu, yavruma istediğim an dokunamamak kucağıma alamamak yüreğimi sızlatıyordu.
Bebeğin durumunu öğrenmek için gelen hemşireye yalvardım yatağa kelepçelememeleri için. Benim elimde değil doktora söyleyin, dedi. Ben doktoru nasıl görebilirim lütfen doktora durumumu söyler misiniz, diye çok yalvardım.
Az sonra doğumu yaptıran doktor yanımdaydı. Çok sevinmiştim, doktor lohusa bir anneyi anlayacaktır mutlaka diye. Doktora, bebeğimi her emzirmem gerektiğinde askerlere kelepçemi açtırmak durumundan lütfen beni kurtarın, dedim.
“İçeriye düşmeden önce düşünecektiniz bunları, ben sizin yüzünüzden üstekilerle kötü olamam “dedi ve gitti. Gözyaşlarım sel oldu...
Bebeğimin renginin normal olmadığını sık sık şekerli su vermemi söylüyordu hemşire. Bebek ne şekerli suyu alıyordu ne de memeyi...
Acemi bir telaş içinde bir yandan bebeğimi emzirmeye bir yandan şekerli su vermeye diğer yandan altını temizlemeye çalışıyordum. Üstelik bunları yapmak için her seferinde “asker kelepçemi aç” diye bağırmak zorundaydım...
***
Herkesin gözü ranzalardaydı ama ranzalar zaten bizden önce içeriye konmuş “adli mahkumlar” tarafından kapılmıştı. Herkesi bir telaş aldı nerede yatacağız! nasıl yatacağız! küçücük bir odada tam 46 kişi!... akıl almaz bir şey.
Çok geçmeden leş gibi yataktan başka herşeye benzeyen amonyak kokulu sünger yataklar, yastıklar ve battaniyeler gelmeye başladı. Süngerler iki kişinin yanyana yürüyebildiği ranzaların ayak uçlarına ve banyo ile ranzaların arasındaki bir buçuk iki metrelik alanlara atıldı.
Gardiyan “kesin gürültüyü, bunları buraya düşmeden evvel düşünecektiniz, yatın zıbarın” diye gürledi. Hepimiz emre itaat ettik. Hepimiz aynı yanımıza yatmaya özen göstererek yatıyorduk, sağdan sola , soldan sağa dönerken aynı anda dönmek zorundaydık. Sabahın körü ‘ sayım var’ diye bağırdı küfürbaz gardiyan. Aman allahım; o ne telaş birbirimizi ezerek üst baş darmadağınık avluda 1, 2, 3,... 46, dedik bu telaş günlerce aylarca sürüp gidecekti.
Kısa boylu, şişman, siyah saçlı, beyaz tenli, orta yaşlarda yerel şiveyle konuşan gardiyan, adli mahkumlara farklı siyasi tutuklulara farklı davranıyordu.
Tuhaf her iki cezaevinde de nöbet usulü çalışan iki gardiyan vardı ama iz bırakanlar insanın canını en acıtanlardı. Siyasilerden hiç hoşlanmıyordu.
Adli mahkumların sekizi de cinayetten yatıyorlardı. Hemen hepsi dostlarıyla birlik olmuş kocalarını öldürmüşlerdi. Çok itibarlıydılar.
Dışardakinin aksine içerde işlediğin suç nekadar ağırsa o kadar itibar görüyorsun.
Ufak tefek suçtan gelmişti bir anne ve iki kızının hiç itibarları yoktu. Ne acı ki bu anne ve kızlarının horlanmaları sadece suçlarının hafifliğiyle sınırlı değildi Roman olmaları da etkin bir rol oynuyordu.
Ama idamla yargılananların bir ağırlığı vardı. Biz siyasilar iki ayrı görüşü temsil ediyorduk. Aramızda 14-17-18 yaşlarında çocuklar vardı. Aslına bakarsanız benim dahil edildiğim davadan yargılanan iki otobüs dolusu insandan sadece dört kişiyi tanıyordum.
Hepimiz şu ya da bu şekilde bu davaya yamanmıştık. Cezaevinde olmak yine de gözaltında olmaktan çok iyiydi; en azından haftada bir de olsa ziyaretçilerimiz geliyorlardı, avukat tutmuştu ailelerimiz zaten hepimiz çok emindik beraat edecektik.
***
Bebeğimin ikinci günü bir yudum su, bir damla anne sütü geçmedi boğazından, üstelik rengi de giderek sarıdan kahverengiye dönüyordu.
Ne kadar çaresizim, kapımda silahlı iki asker, yatağa kelepçeli bir vaziyette oğluma bakıyor ve ağlıyordum. Geceleri odamın küçüçük penceresinden gökyüzüne bakıyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan bir an önce tahliye olmam için dua ediyor, göz kırpmadan sabahlıyorumdum.
Hemşireye sesleniyorum bebeğimin rengi giderek koyulaşıyor meme de almıyor, korkuyorum, diyorum, “şekerli su ver” dedikten sonra çekip gidiyordu.
Günler ve geceler, asker kelepçemi aç “bebeğime şekerli su vereceğim”, asker kelepçemi aç “bebeğimi emzireceğim” , asker kelepçemi aç “bebeğimin altını temizleyeceğim” telaş ve endişesiyle geçiyordu.
***
Herkes koktu kirden, pislikten. Günlerdir sıcak su, sabun görmedik. Gardiyan üç saat süreyle sıcak su verilecek diye bağırdığında kıyamet koptu. Herkes banyoya hücum etti.
Küçücük derme çatma banyo ancak bir kişinin yıkanabileceği büyüklükteydi ama kadınlar ikişer, üçer birlikte telaş içinde yıkanmaya çalışıyorlardı.
Bağrışlar çağrışlar kalp kırmalar, sıcak su verildiği sürece devam etti ama yine de koğuşun yarısından çoğu yıkanamadı.
Yemekler iğrençti. Kadınlar gelen yemeklerin suyunu döküyorlar içindeki sebze, et vs.yi yıkıyorlar yeniden pişiriyorlardı.
Yağ, salça, şeker, çay ve diğer ihtiyaçlarımızı gardiyana rüşvet karşılığı aldırıyorduk. Aldıracağımız şeyin parasının en az iki katını gardiyana vermek zorundaydık. Ben sürekli kusuyor su dahil herşeyden tiksiniyor, sürekli yatıyordum.
Önceleri bunu koli basiline bağlıyordum ancak regl olmayınca hamile olduğumu anlamakta geçikmedim. Bir köşede sabah akşam sesisce yatıyor, hemen hemen hiç bir şey yemiyor üstelik sürekli öğürüyor ve kusuyordum.
Çeşmeye ağzımı dayayıp su içerken gözlerimi kapatıyor çam ormanlarını, pınarları, kuşları, geyikleri düşünüyordum.
Sıkışık sıkışık yatmak, banyo yapamamak geceleri tuvaletten çıkıp yataklarımızın üzerinde gezinen cardını (lağım faresi) duymak iştahımı iyice kapatmıştı.
Bu kasvetli, sıkışık ve havasız ortam, gardiyanların hakaretleri herkesin sinirlerini iyice bozmuştu. Kadınlar arasında yerli yersiz kavgalar, dedikodular oluyordu.
Ve tüm bunlarının halen içimi en acıtanı kadınların kadınlara uyguladıgı şiddetti.
Nüfüs Cüzdanında ‘bakire’ yazan kadınlar bekaret kontrolünden geçirilmişlerdi spor salonuna alındıkları gün. Kadın arkadaşlarımızdan biri bu kadını aşağılayan uygulamada geleneksel kalıplara uymamış, bu durumu işkenceciler kadın arkadaşımıza karşı zalimce hakaretler ve ağır işkencelerle kullandıkları gibi tüm gözaltındakilere durumu ilan etmişlerdi.
Ne yazık ki, bazı kadınlar da bu kadın arkadaşımıza karşı işkencecilerden geri kalmamışlardı. Yıllar sonra kaşılaştığım arkadaşımdan; çocukluğunda, doğup büyüdüğü köyünde, komşu amca tarafından uğradığı tecavüzün yıllar süren travmasını yaşarken, içerde kadınların ona karşı tutumlarının, bu travmayı katmerlediğini üstelik işkencecilerden daha çok canını acıttığının hikayesini dinlemek ve onu bu kadar mutsuz görmek içimi fazlasıyla yaktı.
Günler bu kargaşa içinde geçiyordu. Geceleri yatmak hepimiz için bir kabustu. Gardiyanların yakası açılmamış küfürleri ve adli mahkumlarla ilişkileri iğrençti.
Başka cezaevine nakledileceksiniz, diye bağırdığında gardiyan hepimiz şaşırdık. Acaba nasıl bir yere götürüleceğiz? Uzak bir yer mi? Bu cezaevini aratacak bir yerse gibi korku, şaşkınlık , merak, umut karmakarışık duygularla yeni cezaevine gitmek üzere cezaevi aracına doldurulduk.
Aşağı yukarı 45 dakika sonra yeni cezaevimizdeydik. Binalar biraz daha düzgündü ve en önemlisi kalacağımız koğuşta herkese bir ranza düşüyordu.
Bu müthiş bir lükstü. Hepimiz çok sevindik. Yürüyüş için küçük de olsa bir avlusu vardı. Üstelik hamamı bile vardı. Bu hepimizi mutlu etti.
Gitiğimizin ertesi sabahı cezaevi müdürü beni odasına çağırdı. Siyasi tutuklular içinde en tahsilli ve aklı başında beni gördüğünü ve benimle tutukluların sözcüsü olarak iletişim kuracağını söyledi. Doğrusu benim tüm arkadaşlarla ilişkim çok iyiydi bu anlamda sıkıntı olmayacağı için kabul ettim.
***
Beni hastanede ziyarete gelen ve oğlumum ilk giysilerini getiren teyzem oğlumun sağlık durumunun ciddiyetini anlayarak bir hemşirenin cebine bir miktar para koymak suretiyle çocuk doktorunu odama getirtmeyi başardı.
Çocuk doktoru beyefendi yanında eşi ve altı yedi yaşlarında çocuğu ile mesai çıkışı odama geldi. Oğluma baktı ve “bilirubin çok yüksek derhal kanının değişmesi lazım” dedi. “ iyi ya efendim siz çocuk doktorusunuz bunu sizin yapmanız gerekmez mi” dedim ?
Döndü önce beni yatağa bağlayan kelepçeye sonra yüzüme baktı “siz bunları buraya düşmeden önce düşünecektiniz, ben sizin yüzünüzden kimseyle kötü olamam” dedi.
Yanındaki eşi ve çocuğu ile odadan ayrıldı. Gözyaşlarım sel oldu....
Ve bir kere daha hipokrat yemininin yalan olduğunu görmüştüm. O gece sabaha kadar ağladım. Kapımdaki askerler beni teselli etmeye çabalıyorlardı.
Küçücük penceremden gökyüzüne bakıyor bebeğimle birlikte buradan biran önce kurtulmak için dua ediyordum. Allahım ya tahliye olamazsam, ya buradan tekrar beni cezaevine yollarlarsa n’aparım!
Tekrar tekrar bebeğime şekerli su vermeyi, tekrar tekrar emzirmeyi deniyor her başarısızlıkta hıçkıra hıçkıra ağlıyor, lanet ediyordum insanlıktan nasibini alamamış bu doktorlara, beni yatağa kelepçeleten Paşaya...
***
Sağlığım hiç iyi değildi. Hemen hemen tüm yiyeceklerden tiksiniyordum. Kusmalarım azalarak devam ediyor sürekli yatma ihtiyacı hissediyordum.
Bu yüzden ağır olan koğuş nöbetlerimi tutamıyordum. Hamile olduğuma artık kesin emindim. Sadece çok yakın bir arkadaşımla paylaştım bunu.
Koğuş nöbetlerimi benim yerime kardeş gibi gördüğüm canım arkadaşım tutuyordu. Bu durum kadınlar arasında bana karşı hoşnutsuzluk yaratıyordu. Sanki ben bu işleri yapmaya tenezül etmiyormuşum da bu arkadaşımı kullanıyormuşum izlenimi veriyordum.
Çok haklıydılar çünkü arkadaşım dışında kimseye hamile olduğumu söylememiştim. Eminim bilseler hepsi de bana destek olurlardı. Söyleyemezdim çünkü evli değildim ve hamileydim, bu durumu öğrenmenin müdür dahil herkesin bana bakışını değiştireceğinden korkuyordum.
Minyon ve zayıf olduğum için karnım yavaş büyüyordu. Hep içimde karnım belli olmadan tahliye olma umudu vardı. Kararlıydım hamileliğimi gizleyecektim, taa yedinci aya kadar gizledim de.
Artık herkes biliyordu. Cezaevi müdürü benimle derhal ilişkiyi kesti. Artık benim yüzüme bile bakmıyordu. Ama arkadaşlar bana karşı daha sevecen oldular. Hepsi üzerime titriyordu. Zaten ilk üç aydan sonra iştahımda biraz biraz açılmıştı.
Birinci mahkemeye çıkmıştık ama duruşma ertelenmişti. İkinci duruşma tarihi de hesabıma göre doğumdan önceydi mutlaka tahliye oluruz diye bakıyorduk büyük ihtimal dışarda doğuracaktım.
İkinci mahkeme günü yaklaşıyordu yine herkeste bir telaş; nedense her mahkemeden önce bir telaş olurdu koğuşta sanki bir gezmeye, düğüne, eğlenceye gidilecekmiş gibi ağdalar banyolar yapılır, kaşlar alınır, ne giyileceği ayarlanır.
İşte otobüslere doldurulduk ikinci kez mahkemeye çıkarılmak üzere yollardayız gidiş dönüş dört saatin üzerinde bir şehirler arası yolculuk.....
***
Bebeğimin üçüncü günü sabah saatleri “Müjde Müjde” dedi asker - kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu- tahliye oldun!
Bebeğimi kucağıma aldım, yürümüyor uçuyordum...