Aşkın insanı değiştiren, yenileyen, bambaşka biri haline getiren bir duygular bütünü olduğunu düşünürsek, Sevgililer Günü’nde sokağa çıkıp şöyle bir yenilenmeli, diye düşündüm. Ve en samimi arkadaşımla öğlen yemeği yiyip sohbet ettikten sonra âşıklar semti Beyoğlu’nda dolaşıp bir aşk filmi izleyeyim dedim. Yine filmlerin çoğunu izlemiştim. Vurdulu kırdılı filmlerse bana göre değil…
Sonunda saati de uygun olan, ne zamandır merak ettiğim American Honey (Amerikan Balı) filmine girdim.
Film, doğru düzgün bir ailesi olmayan, içinde yaşadığı ailede tacize de uğradığı için aldığı maceralı bir iş teklifiyle evden kaçan bir kızın yaşamı üzerineydi.
Tam da aşk üzerine düşündüğüm (düşünmek istediğim) bir günde kafamı meşgul eden bu konuya değişik bakış açıları getiren film çok yerinde oldu.
Amerikan Balı, yaşama aşk ve serüven duygusuyla tutunmaya çalışan genç bir kadının dramatik yaşam yolcuğu… Bir grup gencin, yine genç bir kadın ve toplumdaki insanlar tarafından birçok açıdan sömürülüşünün hikâyesi…
Filmin merkezindeki genç kadın (Star), geçtiği aşk yolunda hayal kırıklığına uğruyor. Kaçtığı taciz, sömürü her yerde yakalıyor onu… Ölmek istiyor ama filmin sonunda tabii ki yaşam ağır basıyor.
Amerikan Balı, genç insanlar için ABD’de yaşamın zorluklarını gerçekçi bir dille anlatan özgün bir film… Filmin yönetmeni Andrea Arnold, 1961 doğumlu bir İngiliz…
Bu arada bugünlerde benim için bir kez daha derinden başlayan Çehov yolculuğunda Çehov’un öykülerindeki aşk anlayışının gelişimine değinmeden geçmek olmaz.
Üstat gençliğinde yazdığı kısacık öykülerde aşk ve yaşam konusunda umutludur. Aşklar saftır, kadın ve erkek âşık olur, evlenme hayalleri kurar, evlenip mutlu olur.
Oysa sonraki daha uzun öykülerinde, aşkın bir yalan olduğunu, evliliklerde eşlerin birbirini aldattığını, evlilikten çok şey beklemediklerini görürüz.
Çehov’un aşka, yaşama ve geleceğe dair umutlarını zayıflatan acaba neydi?.. Belki de onu umutsuz kılan, yaşamının son yıllarında yakalandığı ince hastalıktı. Oysa Çehov’un düzenli bir yaşamı, eşi vardı. Belli bir üne kavuşmuştu. Tabii ki böyle bir ustayı tek karamsar yapan hastalık olamaz. Onu karamsar kılan belki de, toplumun, düzenin hasta giden, bir türlü düzelmeyecek gibi görünen yanlarıydı.
Sevgililer Günü’nde bütün bunları düşündüm. Sömürülen gençler, çocuklar, biten aşklar, ama her şeye rağmen yaşamın, gelecek ve aşk umudunun bizi çeken gümbürtüsü… Yoksa onca umut dolu öyküler, filmler yaratılabilir miydi?..
Sevgililer Günü’nde birkaç güzel film ve kitap önerisi olmadan olmaz.
Orhan Kemal’den Vukuat Var, Sabahattin Ali’den Değirmen…
Film olarak da: François Truffaut’dan Penceredeki Kadın (La Femme dà Côté, 1981), Son Metro (La Dernier Métro, 1980), Michael Curtiz’den Casablanca (1946), Atıf Yılmaz’dan Cengiz Aytmatov uyarlaması Selvi Boylum, Al Yazmalım (1978)…
Ve Yeşilçam sineması, sonraki toplumsal içerikli sinemamızda birçok filme konu olmuş, Amerikan Balı’nda da var olan âşık olma-hayat kadınlığı çelişkisini anlatan eşsiz Orhan Veli şiiri:
“TAHATTUR
Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigârın;
‘İki elin kanda olsa gel’ diyor
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?” (SY/ÇT)