Sabah gecenin sahilidir.
İnsan, mavi enginliğe açılır gibi
Güne girmelidir.
Bu, Şubat’ın 15’i için de geçerlidir.
İnsanların, bırakalım toplumsal ve bilimsel kuralları, en sıradan en zorunlu gerekleri bile yerine getiremez hale geldiği, toplumsal parçalanmayı bireysel parçalanmanın izlediği bir süreçten geçiyoruz. Kapitalizmin bir aparat gibi kullanmak üzere imal ettiği veya dağıtarak etkisizleştirdiği insanın, “iki kişilik bir dünya” oluşturarak direnç göstermesi de kolay değildir. Bu nedenle, günümüz koşullarında aşk, toplumsallaşmanın ve direncin basamaklarından biridir.
Aşk, genellikle güzellik, olumluluk üzerinden kurulur. Bugünün koşullarında aşk, bir yanıyla da sevgisizliği, nefreti, toplumsal kutulaşmaları büyüten, çirkinliğe yer açıp güzelliği bastıran gidişata itiraz etmek, “hayır” diyebilmektir; itiraza alternatifi ekleyip güzelliği toplumsallaştırabilmektir.
Aşk evrenseldir
Aşkta evrensellik öncelikle kişisel sınırların dışına taşmaksa, akla ilk gelebilecek tanımlardan biri de Oscar Wilde’nin “sevmek, insanın kendi kendini aşmasıdır” biçimindeki ifadesidir. Bireyden doğaya doğadan bireye uzanan diyalektik içinse akla ilk gelenlerden biri Marks’tır. “İnsandan insana dolayımsız, doğal, zorunlu ilişki, kadın erkek ilişkisidir. Bu doğal, türsel ilişki içinde, insanın doğayla ilişkisi dolayımsız olarak insanla ilişkisidir, tıpkı insanla ilişkisinin dolayımsız olarak doğayla ilişkisi, kendine özgü doğal belirlenimi olması gibi.” (1844 El Yazmaları)
Evren-Dünya-insan ilişkisi, buradaki doğum-oluşum süreci bir mucizeye denktir. Bu mucize, bir hayranlığı olduğu kadar, bir sevgiyi gerektirir. Bu da yabancılaşmaya yenik düşmemiş kadın-erkek ilişkisinde içerilmiş haldedir. Günümüz koşullarında sınıflı toplumun katmanlaşarak büyüyen/kalınlaşan kötülüklerine rağmen insanın seven yanı, kendini aşarak başkasını, doğayı-evreni kucaklayan yanı kaybolacağına, bunun hakkını verenlerin yaşam alanında giderek incelmiş, estetize olmuştur.
Aşk, devrimcidir; toplumsal tasarıları ana indirir
Hemen her şeyin magazinleştirildiği, tüketim cinnetinin insanları esir aldığı bir toplumsal zeminde, gelecek tasarımı yapmanın ve o ufka doğru adım adım yol almanın giderek güçleştiği bu tarihsel kesitte, soyutu somuta indirmek, sevginin toplumsallaşması demek olan eşitlikçi-özgürlükçü-mülkiyetsiz geleceği bugünden görünür kılmak büyük önem taşıyor. Bu, aynı zamanda değerlerini aşkla örtüştürmektir. Örneğin sevgilide Küba’yı, Küba’da sevgiliyi görebilmektir; 1959’un Havana’sına zamanlar üstü yolculuktur.
Eğer devrimcilik doğayı, çelişmeleri, yaşamı ciddiye almak ve sevda eksenli yaşamaksa, bu gerçekten içselleştirilmişse ölümsüzlük de sevda da özgürlük de aynı karede iç içe geçer. Cesur Yürek filmindeWallace, Londra’da krala ihanet etmek suçundan mahkemeye çıkar. Bunu reddeden Wallace, Uzunbacaklı’ya hiçbir zaman bağlılık yemini etmediğini söyler. Bunun üzerine mahkeme, onun “acıyla arındırılmasına” karar verir. Londra meydanında halkın önünde işkenceye maruz kalan Wallace, başını kaldırıp ileriye bakar; halkın arasında, daha önce kafası kesilerek öldürülmüş olan sevgilisi Murron’ı ona gülümserken görür. Ve ondan teslimiyet bekleyen cellâdının yüzüne son gücüyle “Özgürlük!” diye haykırır.
Bir başka örnek de “Okulda defterime/ Sırama ağaçlara/ Yazarım adını” diyen Paul Eluard’ın, sevgilinin adı ile özgürlüğü örtüştürmesidir. Bu, kişiden kişiye, kişiden değerlere ve oradan bütün bir topluma uzanan diyalektik bir alışveriştir. En zorlu anlarda da en sıradan anlarda da unutulmamamsı gereken bir bağdır.
Mülkiyet, aşk yürüyüşünde bir tuzaktır
Kapitalizm tarafından kuşatıldığımız bu koşullarda, hemen her şey sistem tarafından, mülkiyet ilişkilerinin devamını sağlayacak şekilde düzenlenmiştir. Biz, rutin işlerimizi yaparken sistemi yeniden üretiriz, niyetimiz bu olmasa da devamını sağlarız. Tam da bu bağlamda mülkiyet, yaşamın sevda durağında en büyük tuzaklardan biridir. Mülkiyet ve mirasın ilkel biçimlerinin belirdiği tarihsel kesitte erkekler, hangi çocukların kendilerinden olduğunu saptayabilmek, dolayısıyla da mülkiyet ve mirasın takibini yapabilmek için beraber oldukları kadınlara işaret koyarmış. Bu bilgi, bugünkü mülkiyet-miras olgusunun ilişkiler üzerindeki etkisini okumak bağlamında önemlidir.
Aşk ilişkilerindeki bozulma, toplumsal bozulmadan ayrı/bağımsız bir olgu değildir. Sistemin döşediği taşlara basarak, öğretilmiş yanlışlar eşliğinde yürünen yollarda sevdanın büyümesi değil tükenmesi, şaşırtıcı bir sonuç değildir. Tersine sevda metasız, mülkiyetsiz ve hatta sınıfsız olabildiğinde, kapitalizmin dışına açılan bir yaşam yoluna dönüşür.
Aşk kapitalizmin antitezidir
Gerçekte insanın toplumsal bağları, onu üzerinde taşıyan dalgalar gibidir; hem yüzmesine imkan verir, hem de taşıyıp yönlendirir. Bu bağlar koptuğu oranda, yaşanırken buharlaşan, geçici ve uçucu heyecanlar, günübirlik yaşamı koşullamaya başlar; orada artık gelecek yoktur an vardır; biriktirme ve kalıcılık yoktur tüketim vardır; giderek aşkın yerini fast-food ilişkiler alır. Bu sonuçların gerçek nedeni kapitalizmdir. Ve tam da bu bağlamda aşk kapitalizmin antitezidir.
Kapitalizmde mutluluk ile mutsuzluk arasındaki çizgi çok incedir. Doyum büyük oranda fiziksel algılandığı için, ruhsal açlık ya ötelenir ya da sahte yöntemlerle ikame edilir. Ruhsal alan/dayanaklar güçlü olmadığı için, küçük sarsıntıların büyük yıkımlar yaratması an meselesidir. Yine de bugünkü kronikleşmiş mutsuzluktan çıkışın yolu, toplumsaldır; omuzların da yüreklerin de birbirini çoğaltmasıdır.
Bugün referandum üzerinden yaşanmakta olan saflaşmayı, sevgiyle sevgisizliğin, değerlerini cebinde taşıyanlarla yüreğinde taşıyanların saflaşması olarak görmek abartılı olmaz. İlhan Berk’in “Yazmak, her şeyi aşka dönüştürmektir”sözlerinden hareketle söylersek, bugün direnmek, gidişatı tersine çevirmek, her şeyi aşka dönüştürmektir; davamıza/sevdamıza sahip çıkmaktır. (MY/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat