Cumhuriyet döneminde yabancı vatandaşlara birçok mesleğin yasaklanması, bazıları asırlardır bu coğrafyada yaşamış İtalyan Levanten'in Türkiye'yi terk etmesine ve çoğunlukla ikamet ettikleri Tophane'nin demografik yapısının hızla değişmesine sebep olmuştu.
80'li yıllara gelindiğinde mahallenin Roman ahalisi Tophane'ye neşe katan esas unsurlardan olmasına rağmen, Beyoğlu'nda dincilerin ilk seçim zaferini kazanmasına bir süre sonra sebep olacak sakallı, sarıklı ve cübbeli zatların Boğazkesen caddesi ve ara sokaklarda hummalı bir çalışma içinde olduğu da gözlemleniyordu.
Aradan vakit geçtikten sonra, Tophane'nin soylulaştırılma teşebbüsleri başladığında sanat galerileri ve benzer mekânların saldırıya uğramasının failleri aynı gericilerin icraatı mıydı bilmem, ama mahallenin Roman döneminin nostaljiyle anılacak bir hatıra haline çoktan geldiği kesindi.
Bulgaristan-İspanya ortak yapımı "Liuben" adlı filmi seyrederken Tophane'deki geçmişime yönelik özlemimi tetikleyen unsurlar birden fazlaydı...
Yönetmenliğini Venci Kostov'un kotardığı filmde Romanlar'ın maruz kaldığı önyargı, aşağılanma, ayrımcılık ve ırkçılık "damardan" dile getirilirken "beyaz" Bulgarlar'ın onlarla yakınlık kurmasının göze battığı da ayrıntılarıyla teşhir ediliyor.
İtalya'ya bağlı birçok resmî kurumun faaliyetlerini aslında halen sürdürdüğü, bir zamanların nezih Tophanesi'nde ikamet ederken ev sahibemiz olan İzmirli Rakibe Hanım da bu vesileyle aklıma geldi. Küçücük daireye mahallenin Roman gençlerini bazen kalabalık gruplar halinde doluşturmamı tahmin ettiğim kadarıyla deli doluluğuma bağlar, girip çıkanları alt kat penceresinden izler ama pek ses çıkarmazdı. Fakat fırsat bulduğunda aralarında en "serseri" olanını misafir etmemden rahatsız olduğunu söyler, mümkünse onu eve almamamı isteyerek önyargılarını dışa vurmuş olurdu.
İsmi "aşk" manasına gelen filmin Roman kahramanı 18'lik Liuben de kasabaya yıllar sonra dönmüş olan 27 yaşındaki "beyaz" Bulgar Victor'la kısa zamanda arkadaşlık kurar, fakat bu durum hemen dikkat çeker ve ikisinin cemaati tarafından da tasdik edilmez.
Al götür beni buralardan...
Victor (Dimitar Nikolov) doğduğu ve büyüdüğü kasabaya çok sevdiği dedesinin cenazesi için gelmiştir; bir zamanlar oradan neden kaçarcasına uzaklaştığını kısa zamanda anlarız. Küçük yerde baskı çoktur; eşcinselliğin üstü kapalı şekilde yaşanmasına "Eyvallah!" diyenler Victor gibi cinselliğini "geylik şablonu" çerçevesinde yaşamak isteyenlerden rahatsızdır; erkekler arasında geleneksel olarak gizlice yaşananların ortalığa saçılma riskini Victor gibileri tetiklemektedir.
Zaten Victor da buna tahammül edeceğine hayatını annesiyle göç ettiği Madrid'de kurmuş, hatta çocukluğunda çektiği baba figürü eksikliğini de kendisinden yaşça epey büyük olan José'yle kurduğu izdivaç sayesinde telafi etmiş gibi görünmektedir.
Derken kısıtlı imkânlar yüzünden "ne iş olsa yaparım abi" durumunda bulunan ve kendine küçücük de olsa bir karpuz/kavun tezgâhı kurmuş olan Liuben'le (Bozhidar Asenov) karşılaşır. Victor'un üzerinde yabancı diyarların havası olduğundan mı ne, yetimhanede yaşayan ve istikbalinde uzak memleketlerde yaşama hayali kuran Liuben'in kanı anında ona ısınır. Victor da çevreden ilk tepkileri almış olmasına rağmen Liuben'i bağrına basar, bir yandan da olası bir seks macerası için heyecanla doludur. Ne de olsa "kocası" José'yi İspanya'da sık sık genç erkeklerle aldatmaktadır, çünkü aslında ona aşkla değil, bir baba gibi bağlıdır.
Muhtelif flörtleşme ve yakınlaşma dinamiklerinden epey sonra beklenen olur ve Victor'un bir zamanlar okumuş olduğu, artık terk edilmiş metruk okulda, büyük bir olasılıkla müdürün odasındaki siklamen rengindeki divanda ilişkiye girerler.
Bundan sonra olacaklar hayata zaten birkaç adım geriden başlayan Liuben gibilerin aslında pek şansları olmadığını, toplumun Romanlar'a layık gördüğü roller çerçevesinden kurtulmanın da adeta imkânsız olduğunu ispatlar nitelikte.
Kısacası filmde Romanlar hem kurban hem fail, hem iyi hem de kötüdür.
Tecrübe konuşuyor...
Yönetmen Kostov'un şahsi tecrübelerinin senaryosuna temel oluşturduğu hissini uyandıran film çok değerli detaylarla dolu. Fakat Liuben ve Victor birbirlerini ilk defa gördüklerinde seyirciye yansıtılan samimi enerji ve merakla harmanlanmış cinsel çekim, filmin seks sekansında da bize layıkıyla aktarılabilseydi keşke.
Victor'un sonunda aşkı bulmuş olduğunu anladığı anın dramatik gücü de ne yazık ki patetik sayılabilecek bir oyunculukla yansıtılmış desem?
Fragmanda kullanılan açık havadaki tıraş sahnesi ise bir berbere teslim olmanın erotik şarjını bir hayal aleminden seslenircesine yüceltmeyi başarıyor.
Filmde izlediğimiz, Roman cemaatini de kapsayan ve eşcinsellerin mutlaka maruz bırakıldığı aşırı şiddetten mazisinde yönetmenin de azade olmadığı anlaşılıyor. Oysa Tophane yıllarımdan benim aklımda kalan, Roman gençleriyle fazla içli dışlıyım diye mahalledeki bir esnafın kıskançlığından üzerime yürüyüp atletimi yırtmış olması kadar masum bir anekdot.
Sonuçta yönetmen Kostov Romanlar'dan yana olduğunu hissettirse de onların çaresizlikten haklarındaki önyargılara hapsolduklarını da ima etmeden duramıyor ve onlarla alakalı iyimser bir istikbal tasavvuru sunamıyor.
Bu arada filmde Bulgaristan'daki çürümüşlük, siyasi ve bürokratik alanlardaki kangren, polisin ahlaksızlığı, toplumdaki riyakârlık, taşranın boğuculuğu ve daha birçok unsur gözümüze sokuluyor. Hamile Roman kadınların Yunanistan'a topluca götürülüp orada doğurdukları çocuklarını yanlarına almadan memlekete dönmeleri de uluslararası kaçakçılık alanında filmin üstlendiği ihbar misyonunun ispatı.
Eşcinsellik niye inkâr edilir ki?
Victor'u filmin başlarında eski sınıf arkadaşı bir kadınla merkezde yeni açılmış bir barda içki içerken görüyoruz. Kasaba çok değişmiştir, fakat tüketim ve gürültülü dağıtma kültüründen öteye geçilememiştir. Önlerinden ikide birde gümbürtüyle geçmekte olan arabadaki gençler için "Kopardıkları yaygara ne kadar büyükse çükleri de o kadar küçük!" diyor hoş kadın, fakat ondan beklenen açık görüşlülük Liuben'le Victor'un ahbaplığına gelince duvara tosluyor.
Eşcinselliğin Roman toplumunda kadınlar tarafından bir şekilde kabul edildiğine dair bir sekans da var "arabesk" sıfatıyla tanımlanabilecek aşırı yüklü filmde. Liuben geceyi Victor'un konforlu evinde geçirmiştir, ama aslında nazlanarak bekletilen cinsel ilişki daha yaşanmamıştır. Aralarındaki yakınlaşmanın farkında olan ve Liuben'den hamile kalmış eşi vaziyetten hiç hoşnut değildir. Victor'un "destek" amacıyla cebine soktuğu bir miktar parayı Liuben eşine verip gönlünü almaya çalışır ve "Vallahi aramızda bir şey yaşanmadı!" gibisinden de bir şeyler geveler. Genç kadın paranın miktarını yetersiz bulur ama "Neyse..." deyip alıverir ve suratını iyice asarak "Daha fazlasını vermesine ne sebep olacaksa yap... ben bilmem"le konuyu kapatır.
Filmde bize yakın gelen sayısız anekdot var; ne de olsa mekân komşu memleketlerden Bulgaristan ve Türkiye'dekiler gibi hâlâ mağdur edilen Romanlar başrolleri paylaşıyor; coğrafyamızda Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, eski ve yeni Bulgaristan göçmenleri de cabası zaten.
Liuben aslında cahil olmadığını "yabancı" Victor'a kanıtlamaya çalışırken Kiril alfabesinin dışında bildiği Latin alfabesinin harflerini Türkçe tekrar etmeye çabalıyor; Türkiye'den gurbete gitmiş insanlardan esinlenerek Almanya'da berberlik yapmak istediğini belirtiyor; misafir edildiği, Victor'un aslında "hoşgörülü" babasına ait evi Türkiye yapımı televizyon dizilerindeki lüks evlere benzetiyor. Homoerotik kameranın bir ara bizi dahil ettiği, kırlık alanda davullu zurnalı bir güreş sekansı da araya serpiştirilmiş...
Bana dönmek gerekirse, sık sık geçmeye devam ettiğim Tophane'nin bilhassa Boğazkesen Caddesinde etrafıma bakıp 20'li yaşlarımdayken edindiğim ahbapları görürüm diye ümitleniyorum; neredeyse hepsi gitmiş ve aralarında bazıları dinciliğe soyunmuş olsa da gençlik ateşiyle sınıf farklılıklarına bağlı şablon ve tabuları bir keşif oyunundaymış gibi yıktığımız o anları her hâlükârda minnetle anmaya devam ediyorum.
Yoksa "beyaz"lığın ötesindeki ben olarak o zamanlar da, şimdi de, onları araçsallaştırmanın ilerisine geçemiyor muyum?
(RL/AÖ)