"Aşk, zorunlulukların esiri olmak değil,
Zorunlulukları yenmektir.
Bu, kapitalizmin yabancılaştırıcı ikliminde
Bir özgürleşme etkinliğidir.
Aşk ve devrim, yan yana anıldığında birbirine çok yakışan, her biri ayrı öneme sahip iki kavramdır. Devrim, yıllar yılı büyük oranda yıkmak, sarsmak gibi bir içerikle anıldı, böyle bir genel kabul gördü. Yanlış değil elbette ama devrimin bununla beraber anılan bir diğer anlamı/amacı var ki o daha da önemlidir; yıktıktan sonra yerine ne konulacağı, ne için yıkım gerçekleştiği, kapitalizmin yabancılaştırıcı niteliği karşısında neyin alternatif olarak düşünüldüğüdür.
Aşk ve devrim ne denli yakın kavramlarsa, aşk ve kapitalizm o denli tezattır. Bir soyutlamayla söylemek gerekirse, eğer sosyalizm aşkın toplumsallaşmasıysa; kapitalizm, aşkın tekleşme ve bireycileşme girdabında boğulmasıdır, ölümüdür. Çünkü kapitalizm, koca bir pazardır; orada her şey metadır, alınıp satılır. Orada değer yoktur, fiyat vardır; toplum yoktur, birey vardır; dayanışma yoktur, rekabet ve yarış vardır. Bu nedenle orada sevda çimlenecek toprak bulamaz. Ya ölü doğar ya da derinleşemeden veya boy vermeden enerjisini kaybeder, kısırlaşır.
Şairin “Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin”(*) dizesinde olduğu gibi mücadeleye de aşkla girilir tabii ki. Ama aşk, daha çok değiştirici ve yenilikçidir, hatta kurucudur. İnsanın niteliklerini açığa çıkaran bir çeşit sınav yeridir; laboratuardır.
“İnsan kendini en iyi başkasında tanır” sözünden de anlaşılacağı gibi aşkın bir tarafı diğerine ayna işlevi görür. Gerçek bir aşkın yaşandığı koşullarda taraflar belki de hiçbir koşulda gerçekleşmeyecek boyutta şeffaf, içten ve samimi davranır; kilitlerini, kapılarını açar, derinliklerini açığa çıkarır. Hatta sevgi ortamının özgürleştiriciliği, kapitalizmin yabancılaştırıcı iklimi altında görülmesi çok daha zor olan insanın kimi nitelikleriyle yüzleştirir. Evren, dünya ve insan diyalektiğinde bir çeşit bedenleşmiş doğa, hatta bedenleşmiş evren olarak da düşünülebilecek insan, heyecan verici bir evrim düşü için bir potansiyeldir. Lenin’in “Çok siyaset yaptık. Artık düş görmeliyiz” sözü bu bağlamda çok şey anlatır. İnsanlığın gelecek ufkunun, kalıplara/doğmalara neden sığmayacağının inandırıcı bir dille izahıdır.
Aşk ve şiir
Aşka, devrim kadar yakışan ve bir arada anılmaya uygun bir diğer kavram da şiirdir. Aşk, elbette düz yazıyla da anlatılır; ama kimi derinlikler veya hayatın sıradan kesitlerinde rastlanması adeta olanaksız olan durumlar var ki oraya kadar inip o derinliği/özgünlüğü algılayıp ifade edebilmek, şiirin “kazı yapıp derinleşen” niteliğini ihtiyaç haline getirir.
Kimilerine tezatmış gibi gelebilir ama ben F tipinin veya tecridin de (ondan ne anlaşıldığına bağlı olarak) ancak şiirle veya şiirin uzanabileceği derinliklere dokunabilen anlatımlarla ifade edilebileceğini düşünüyorum. Aşk ve tecrit elbette iki zıt olgudur. Biri kişiyi çoğaltırken diğeri yalnızlaştırmayı ve giderek hiçleştirmeyi amaçlar. Fiziki saldırıdan çok bir çeşit “hiçleştirme” olarak okuyabilirsek tecridi, o zaman ona karşı mücadelenin araç ve yöntemlerini de gözden geçirir, var olanı yani bilineni geliştiririz.
Yönetmelik sıkılığı ve kural yığınıyla yoğunlaştırılmış o beton ve demir kuşatması arasında, kişinin tecridi, yaşanan ama yazılamayan veya ifade edilemeyen tüm halleriyle yaşadığında hissettiklerini ifade edebilmesi, neyle nasıl mücadele etmesi gerektiği bağlamında önemlidir. Tam da burada, aşk ve şiir yan yana düşer; el ele verir; birbirini güçlendirir.
Kişinin, bileşke etki yapan çeşitli araçlarla kuşatıldığı o “hiçleştirici” ortamda tam da Nazım’ın dediği gibi “Görmek, düşünmek, anlamak” gerekiyor. Ancak ondan sonra “Salıncak kurmak yıldızlara/ Dökmek çeliği kan ter içinde” mümkün hale gelir ve kişi, tecridi yenip, değerleriyle örtüşüp, “Sevdayım tepeden tırnağa” diyen bir özgüleşme konumuna geçebilir. Yani deyim yerindeyse düşsel firarda bulunabilir; vaktinde tecrit koşullarında düştüğüm bir nottan aktararak söylemek gerekirse; “F tipi ne ki/ Ben değerlerimin kanatlarında/ Dikenli telleri aşabilir/ İklim de mekân da değiştirebilir/ Sevda kokusu ve insan sıcağıyla tecridi yenebilirim” diyebilir.
Değerlerin ve dinamiklerin işgali altında aşk
Bugün artık, kapitalizmin kıtalara derinlemesine işlemesi, kör bir nokta bırakmayacak şekilde yaşamın kılcallarına dek nüfuz etmesi, bir yabancılaştırma, biçimlendirerek etkisiz hale getirme saldırısı olarak da okunabilir. Öyle ki kapitalizmin artık yalnızca artı-değer sömürüsü, yalnızca üniforma ve yasa olmadığı, aynı zamanda emperyalist kültürle de bir yayılma ve teslim alma operasyonlarının yapıldığı söylenebilir. Nasıl ki içine girip biçimlendirerek etkisizleştirme yöntemi fiziki saldırılarla eşgüdüm halinde yapılıyorsa ve bu, toplumsal dinamikler, sendikalar, odalar vb. için de geçerliyse; aynı zamanda bunun tek tek bireyler için de geçerli olduğu, kişinin düşüncesinin de beğeni ölçüleri ve davranış normlarının da işgal edilebildiği söylenebilir.
Kapitalizm eğer dağıtıcı, yalnızlaştırıcı, iç boşaltan ve değersizleştiren bir etki yapıyorsa; bunun tam tersi olan bütünleştirip kolektifleştirici, çoğaltıcı, doygunluk ve olgunluk hissi veren, dolayısıyla da insanlaşmanın gerçek değerleriyle tanıştıran çabayı/mücadeleyi aşk olarak da kendinde devrim olarak da tanımlamak yanlış olmaz.
Aşk, kişinin kendini aşması, kendi dışına taşması olarak da tarif edilir. Bugün artık yaşamımızın hemen her kesitinde etkili olan F tipi kuşatmanın yarılması, bir yanıyla da bu yeteneği yani kendi dışına taşabilmeyi ve yalnızlığı, ortaya çıktığı noktada yenebilmeyi gerektiriyor.
Küba’da değerlerin toplumsallaşmış biçimi olarak aşk
Aşkla, devrimle, insanlığın gelecek tasavvuruyla örtüştürdüğüm, bir ülke kılığındaki sevgili diye düşündüğüm Küba’da, geçtiğimiz günlerde Fidel’in büyük oğlu 68 yaşındaki bilim insanı Diaz-Balart’ın yaşamına son verdiğini duydum. Çok üzüldüm. Yaşamı en çok seven, sürekli gülümseyen nitelikleriyle bilinen bir ülkede, o ülkenin değerleriyle bütünleşmiş kişilerden birinin yaşamına son vermesi tabii ki kolay anlaşılır/açıklanır bir şey değildir. Ama bu, devrime ve sosyalizme olan inancımı sarsmadı. Aksine bu konunun ne kadar derin olduğunu; bu alandaki değerleri geliştirmeye, güncelleyerek ileri taşımaya ne kadar ihtiyaç olduğunu; bu alandaki kavganın kesintisiz bir yaratıcılık/üretkenlik gerektirdiğini düşündürdü.
Eğer biz aşkı, kişinin kendini aşması, kendi bedensel ve ruhsal sınırlarının dışına taşması olarak açıklayacaksak; bu, bir yanıyla uluslararasılaşan Che’dir; diğer yanıyla maddi anlamda kendine yetme güçlükleri çeken Küba’nın elde ettiği her fazlayı/artıyı başka halklarla paylaşmasıdır. Orada yaşananlar, üretilip uygulananlar elbette mutlaklaşmış doğrular değildir ama bugünün koşullarında aşkın toplumsallaşmış biçimine örnektir.
Aşk ve sanat
Sanat, bir yanıyla da düşündürme etkinliğidir; yaratmanın sınırlarını zorlar. Koşullarını değiştirme amacında olan insan için hayal gücü ve yaratıcılık çok önemlidir. İşte sanat, insanda bu özelliklerin gelişmesine yardımcı olur. Derinliğe de zirveye de taşıyabilen basamaklarıyla, tüm itirazların ve güzellik arayışlarının şifrelerini bağrında taşır. Olgularla kurulan estetik bağlar, yaşama bakışı inceltirken aynı zamanda zenginleştirir. Kişi, gerçekliğe estetik penceresinden baktığı oranda güzeli çirkinden ayırmakla kalmaz; doğruyu yanlıştan ayırmada gerekli olan “ölçekte isabet”i de geliştirir. Kuramsal analizlerin ve teorik varsayımların gelecek kurgusu için yetmediği durumlarda sanat, bir canlandırma ve hatta uygulama alanı olarak imdada yetişir.
Azla yetinmek, var olanı kabullenmek, verilene rıza gösterme kanaatkârlığı; yaşamı, ufuk zenginliği ve kavrayış derinliği içinde aşkla karşılama şansından yoksun bırakır. Van Gogh gibi “Dünya tamamlanmamış bir taslaktır” dendiğinde, o taslağı tamamlama ve giderek taslak olmaktan çıkarma etkinliğinin öznesi olabilme şansına giden yolda en önemli adım atılmış demektir.
Yaşam karşısında sorularını doğru sormayanlar, doğru yanıtlar vermekte güçlük çeker. Doğru yanıt bazen güzel yanıtla örtüşmeyebilir. Bu bağlamda, örgütlü kötülük karşısında alternatifi de gerektiren direnç, akla sanatı getirir. Dolayısıyla da yukarıdaki Küba benzetmesi abartılı değildir.
Bugün egemenlerin sanata yönelik saldırısı, sansür ve içerik boşalıcı müdahaleler, gerçekte egemen politikalara karşı itirazın ve alternatifin yaratıcı zeminlerde kökleşmesine müdahaledir. Bunu belirli oranlarda yapabilseler de onlar, güzelliğin ufkuyla donamış bir sanatçının inebildiği derinliklere veya çıkabildiği zirvelere yabancı oldukları için, söz konusu yaratımı bütünüyle önleyemezler. Ve dolayısıyla da sevgi ile sanat arasındaki yaratıcı güzelliğe dair var olan örtüşme/ilişki, sanatı belirli oranlarda da olsa örgütlü kötülükten, yok edici saldırganlıktan korur. Bu bağlamda sanat ve aşk ilişkisi, derinleştirici olduğu kadar koruyucudur da. İtirazı, kötülüğün kapsama alanının dışına çıkarabilen bir koruyuculuktur bu.
Aşkla donanıp, en zoru başarma zamanıdır
Dikkat edilirse, günümüzün yabancılaştırıcı yani tekleştirici, bireycileştirici hatta Marks’ın tahlillerinin özetiyle söylersek, insanlıktan çıkaran toplumsal ikliminin etkisi altında “sevgili” zeminleri, aşka-sevdaya dair olumlu kesitler yerine büyük oranda ayrılıklar, çatışmalar, taciz, tecavüz ve ölümler üretiyor. Buna rağmen, yeni başlayanlar, bildik ritüeller eşliğinde kendilerinden öncekileri tekrar ve taklit ediyor, en iyi ihtimalle çatışmasız, kabullenilmiş mutsuzluklar üretmekle yetiniyor. Sevdada başarısızlık gibi öğrenmeye kapalılık da ortak toplumsal bir özellik olarak yansıyor.
Tüm bu nedenlerle günümüz koşullarında ilişki de bir mücadele alanıdır; ancak mücadele, sevgiliyle değil aşkın antitezi olan bireycileştirici iklimle ve bu alandaki öğretilmiş yanlışlarla olmalı; toplumun çiftleri çekmeye çalıştığı ezberlenmiş girdaba girmemek için ortak mücadele verilmelidir. Bu bağlamda sevgili, rakip değil mücadele ortağıdır.
Sevgili, rakip olarak görüldüğünde o zaman taraflar birbirine karşı taktikler ve stratejiler uygulamaya başlar. İlişki bir mülkiyet alanı olarak görüldüğünde ise, mülkiyet ve irade savaşı yaşanır; sevgili, rakibe dönüşür; bilinen ne varsa onun üzerinde denenir. Ve bu çürümüş düzende, en güzel kokuların alınabileceği, bu tutsaklık koşullarında özgürleşmenin zemini haline gelebilecek olan aşk, onu hafife alanlardan hesap sormakta gecikmez.Çünkü karşımızda doğanın özeti, bedenleşmiş biçimi varken ve onun aynasında kendimizi izlemek, onun içinde kazılar yapıp bütün insanlığı tanımak, sonsuz keşiflere çıkmak mümkünken, bunları hafife alıp geçiştirirsek, geriye günübirlik sığ bir ilişki kalır. Sonra da rutinden monotonluktan şikâyet etmeye başlarız.
Çoğu kez, tanıdığımız insanda heyecanı tükettiğimizi zannederiz. Hâlbuki insan, tanıdığı yolda daha güvenli bir şekilde ilerler, kendini daha huzurlu hisseder ve emekten kaçınmasa bu yolu yeni keşifler için basamak haline getirir. Gerçekte her insanın içi derindir. Yeter ki kazı yapmaktan, ilerlemekten, bunun için emek harcamaktan kaçınmayalım. Çünkü aşk devrimcidir; toplumsal tasarıları ana indirir; insanın algı ve hislerini düşsel menzillere değdirir.
“Düşünmek kolay davranmak zordur, düşündüğün gibi davranmak ise en zorudur.” demişti Goethe; tam da bu bağlamda, aşkla donanıp, en zoru başarma zamanıdır şimdi. Ve “Nasıl kazanabilir o kirli adamlar/ Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum yüzümü/ Temiz bir gömlek giyiyorum.”(*) diyen, geleceği, düşsel alternatifi bu dizelerle çağıran bir kavrayışa ihtiyacımız var… (MY/HK)
(*) Ataol Behramoğlu