çok iyi anımsıyorum, yaşar kemal'in "bir ada hikayesi" dörtlemesinin ilk kitabı "fırat suyu kan akıyor baksana"yı (ist.: adam, 1997) çıkar çıkmaz alıp okumuştum.
sonraki kitapları da öyle. "karıncanın su içtiği"(ist.: adam, 2002) ve tanyeri horozları (ist.: adam, 2002) ardarda yayınlanmıştı.
roman dizisinin son kitabı "çıplak deniz çıplak ada"yı (ist.: yky, ekim 2012) da yine yayınlandığı hafta almıştım. okumayı ise yeni bitirdim; yaklaşık bir hafta sürdü okumayı tamamlamam, çünkü sindire sindire keyif ala ala okudum.
bir devamlılığı olsa da 'dörtleme'nin her biri ayrı bir roman aslında.
yaşar kemal'i çok okuyanlar bunu okuduklarında da öncekilerle aynı tadı alacaklar. Tek farkla, bunda geleceğin güzel olacağına dair inanç ve umut daha çok bence. kimbilir belki de yazarlar da yaşlanınca (89-90) daha bir iyimser bakıyorlar dünyaya.
yine de klasik bir yaşar kemal romanı "çıplak deniz çıplak ada".
her şey eskiden olduğu gibi var bu romanında da.
bir "destan" demek belki de daha çok yakışıyor "roman" sözü yerine onun yazdıklarına.
bu ülkenin yüz akı, gelmiş geçmiş en büyük roman yazarı; dünyada, en azından yaşayanların içinde en önde gelen birkaç yazardan birisi.
insanın insana 'aşk'ı
okuyup bitirince arkama yaslandım ve düşündüm. en kısa biçimde bu romanı nasıl anlatırım diye. aklıma gelen cümle "'aşk'ın, 'korku'nun ve 'öteki'leş(tir)menin romanı" oldu.
çünkü romanda yaşı kaç olursa olsun her insanın, her döneminde bir şekilde yaşadığı'aşk'ı, aşkları anlatıyor.
bir ada hikayesi'nin tümü bana göre bir "aşk", bir "sevda", bir "sevgi" romanı.
ama en çok da bu romanında yer alıyor, hem de hepsi de kavuşmayla sonlanan "aşk"ları.
hem de birçok insanın öncekilerden süzülüp gelen, her biri birer "kadın ya da erkek"de somutlaşsa da, insan yaşamının olmazsa olmazlarından birisi olan "aşk" neredeyse tüm kahramanların başlarına sarılmış en önemli unsur.
roman boyunca musa kazım ile huri'nin aşkı, girit'ten dönerken teknede ölen huri'den sonra "ağaefendi" olan musa kazım ile melek hatun'un aşkı, poyraz namı diğer abbas'la zehra'nın aşkı, nesibe ile ali hüseyin'in aşkı, peri ile kerem'in aşkı, ve daha niceleri, birbiri ardısıra her aşamasıyla dile getiriliyor
insanın insana olan sevgisi, sevgisinin gücü, büyüklüğü, yoğunluğu 267 sayfalık romanın neredeyse her sayfasında yer alıyor.
korkmaktan bile korkan, korku
bu romanın ikinci temel teması ise bence "korku"!
ağaefendi'nin kavlakzade remzi için söylediği "o cehenneminde gece gündüz ölsün ölsün dirilsin. nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın onu bir ordu bile kurtaramaz. onu korkuları öldürecektir. orduya ne gerek var, yeter ki bir insanın yüreğine korku çöreklenmesin" sözünde ifade edilen türden bir korku.
içine girdiği insana her şeyi yaptıran ya da hiçbir şey yaptıramayıp donduran korku!
geçmişinde herhangi bir insana yapılan bir 'kötü'lüğün bulunduğu her insanın ölene kadar yaşadığı bu 'korku' romanın neredeyse tüm kahramanlarının ağzından, değişik sözlerle ama aynı anlama gelecek şekilde anlatılıyor.
yalnız insanların değil, kurumların, yapıların devletlerin, onları yönetenlerin de korkuları da var o satırların arasında.
en önemli korkulardan birisi de "kaybetme" korkusudur; sahip olunan herhangi bir şeyi "yitirme" korkusudur.
hele hele o kaybedilecek olan her neyse, eğer haksız bir şekilde, kötülükle, zulümle, can pahasına, öldürerek, kalp kırarak, birilerinin bedduasına neden olacak şekilde edinilmişse, yaşamın her anına, yapılan her işe damgasını vuru o korku.
ölüm bile bitiremez o korkuyu.
ve ötekileş(tir/il)me
haksızca sahip olduklarını yitirmekten korkanlar, zulmedenlerin bilinir tepkilerinden birisi de korktuklarını "öteki" kılmaktır.
"öteki" ortalama olana uymayan, ortalama olandan farklı olandır. onun farklılığını fark etmek "öteki"leştirmek için yeterlidir.
ortalamanın dışında, ötesinde olan insanlar, ortalama oldukları yerlere mekanlara varana kadar yaşarlar bu süreci. sıklıkla ortalamaya uydukları mekanlarda bile bu damgayı üzerlerinden atamazlar.
yaşar kemal özellikle etnik farklılığın yarattığı 'ötekileş(tir/il)me'yi anlatıyor, roman boyunca.
rumların, ermenilerin, kürtlerin, çerkezlerin, arapların, lazların yaşamın içindeki vazgeçilmezliklerini, olmazsa olmazlıklarını, aslında "aynı" olduklarını bile bile nasıl dışlandıklarını, göçürüldüklerini, yerlerinden yurtlarından nasıl "ayırıl"dıklarını anlatıyor.
hepsinin faili de mağduru da mazlumu da insan olmasına karşın, üstelik bunun çok iyi bilinmesine karşın yine de yaşanılan bu acıtan süreci anlatıyor uzun uzun.
onun en üst noktaya vardığı anlarda, canların yitirildiği savaşlardaki benzerlik ve aynı tarafta olmanın bile bu süreci ortadan kaldırmadığını anlatıyor.
dahası insanın kendi yurdunda mekanında bile 'öteki' olabileceğini ve bunun yarattığı sorunları yaşayacağını, onların aslında farkında bile olunmadan, bazen de iyi niyetle bile yapılabileceğini anlatıyor.
anlatılan bizim hikâyemiz aslında
tüm bu değerlerin arka planında ise 'cumhuriyet'in kuruluşunun hikâyesi var, olumlu olumsuz tüm boyutlarıyla. yaşanan savaşın sonunda gerekli sermayenin nasıl oluştuğu, olanın nasıl el değiştirdiği, oluşan yönetimin nasıl, neden ve kimlerce ele alındığı bir adadan, bir kasabadan, oradaki insanlardan yola çıkılarak, romanın ve romancının kendi 'içtenliği' ve 'naif'liği ile bir masal anlatılır gibi ortaya konuluyor.
bir tarihe bir de böyle bakmak, onun içinde yaşanan kimi olayların, anlatıla anlatıla nasıl bir söylenceye, destana ya da efsaneye dönüşebildiği gösteriliyor.
ismail çavuş'un ingiliz zırhlısına yolladığı top mermisinin, belki de roboski'de yaşanan katliamda uçakların attığı bombalarla aynı ve belki de onların nedeni olacağı akla geliyor ister istemez.
renkli ve kokulu bir roman
bu roman bence aynı zamanda çok 'renkli ve kokulu' bir roman.
yaşar kemal doğanın içinden gelen bir insan, doğanın içindeki her şeyi de aslına sadık kalarak çok iyi anlatan bir yazar. bu romanında da aynı doğa var. romanın renkleri de kokuları da neredeyse her sayfasında yer alan çeşit çeşit çiçekten özellikle de bu romana damgasını vuran "menekşe"den geliyor.
"ey menekşe menekşe / menekşenin bahtı var / menekşe koklayanın / cennette beş tahtı var."
poyraz'ın söylediği bu manide anlatılan "menekşe" de romanın tümünün arka planını oluşturuyor. o yüzden "mor" bir roman bu roman. menekşe doğrudan söz edilmediği yerlerde de en azından burundaki kokusuyla kendini var ediyor.
belki de bu yüzden, neredeyse bir "menekşe güzellemesi" de denebilir bu romana.
sıkma pahasına birkaç alıntıyla bu güzellemenin güzel örneklerinden birkaçını paylaşayım:
" sonra da çiftliğe gidip menekşeler koklayacağız. boynu eğri mor menekşeler. toroslardan giride düşen dedelerimiz diyorlarmış ki her bahar boynu eğri menekşe koklayanların ömrü iki kat artarmış."
"mor menekşeler açıldı. öyle açıldı ki kokuları ortalığı aldı, ada baştan aşağı kokuyor. öyle bir koku ki ada baştan aşağı esrikleşti. çocuklar, kadınlar, erkekler bir hoş oldular. kuşlar, arılar, kelebekler şaşkınlık içindeler. ne olduğunu nereye uçtuklarını bilmiyorlar. uçup yere iniyorlar, sonra birden uçuyor yere düşüyorlar, arılar peteklerindeler. peteklerden çıkan peteklerin yöresinde ha dön ediyorlar. hiç kimse başına ne geldiğini bilmiyor. gelip çalılığa konan kuşlar kondukları yerden bir daha kalkamıyorlar."
"şimdi sen doğru adana git, menekşelerin içinde ağaefendinle birlikte menekşe koyma hepsini kokla. çiçekler içinde mor menekşe gibi kokan hiçbir koku yoktur. menekşeler içinde hiçbir şey yapmadan nasıl duruyorsunuz, nasıl çıldırmıyorsunuz. biraz daha genç olsaydınız, üstünüze yıldırımlar düşse dayanamazdınız."
"sonu ölüm değil mi, menekşeli bir ölümün de kendine göre bir tadı olacak, bir tadı... ölümün bir tadı..."
"...torosların menekşelerine başladı, öyle menekşeler anlattı ki herkes şaşırdı. menekşe çiçekten başka görmemiş toroslarda:
çok menekşe türküler vardır. o türküleri söyleyemeyen, menekşe türkülerini bilmeyen aşık yoktur. bir aşık menekşe türküsü söyleyemezse o aşık olamaz."
işte bunlar... 'menekşeler ve menekşe kokusu!'.
bilmiyorum, sizin de 'menekşe kokusu' deyince burnunuza hemen o koku gelir mi, ama eminim bu romanı okuduktan sonra o koku burnunuzdan hiç gitmeyecek, dahası yaşamınızdan da...
yok gelmiyorsa kırlara çıkın...
ya da menekşe peşine düşün, olmadı şimdi pıtrak gibi her köşe başını süsleyen parfüm mağazalarına gidin, "guerlain insolence", "bulgari blv 2", "paco rabanne ultraviolet" ya da "tom ford violet blonde" isteyin!
bunlar yoksa, sorun, "menekşe kokusu" isteyin ve koklayın.
hele de bir 'aşk' yaşıyorsanız, aşkınızda da 'menekşe ve menekşe kokusu' eksik olmayacak. bir de o 'aşk'ın bir tarafında gerçekten bir 'menekşe' varsa, o aşk; hadi 'sonsuza kadar' demeyeyim ama burnunuzdan 'menekşe kokusu' kaybolana kadar bitmeyecek bence." (MS/YY)
*çıplak deniz çıplak ada / bir ada hikayesi 4, ekim 2012, 272 sayfa