Aşık olmak, o kişinin içine bakıp ardındaki tanrıyı ya da tanrıçayı görme deneyimidir.
Bu cümle Jungcu analist ve yazar Robert A. Johnson'un Chiviyazıları yayınevi tarafından dilimize kazandırılan She/Kadın Psikolojisini Anlamak kitabında gözüme çarpanlardan yalnızca bir tanesi.
Çevirilerini Berna Severyan ve Olcay Boynudelik'in, editörlüğünü Tuğçe Isıyel'in yaptığı bu dizi (He ve She) mitlerden yola çıkarak Jungcu perspektiften kadın ve erkek psikolojisine dair önemli saptamalarda bulunuyor. Yayınevinin psikoloji dizisindeki gelecek kitapları da beklemeye değer görünüyor.
Kitabın içeriğini bir kenara bırakarak en baştaki cümlenin çağrıştırdıklarına dönmek istiyorum.
Birinin içindeki tanrı ya da tanrıça, aşk denen 'kutsal' deneyimle birlikte gerçekten gün yüzüne çıkar mı? Aşkın yüksek duygu durumu diğerinin tanrısal bir tarafını görmekten midir yoksa Lacancı tarifle kendimizdeki eksiğe uygun bir yamayı fark etmekten mi?
Diğerindeki tanrısallığa tutunmaya çalışırken insani ihtiyaçlarımız ne olacak?
"Modern evlilikler aşkla başlar ve şanslıysak sevgiye dönüşür. Bu dönüşüm öykümüzün temel özelliğidir; bir ölümlüyle bir tanrıça arasında, benliğin farklı düzeyleri arasında, insanca ve insanüstü özellikler arasındaki bir çarpışmayla başlar. Kadın da erkek de insanüstü özelliklerin insan düzeyinde yaşanamayacağını çoğunlukla acı çekerek öğrenmek zorundadırlar" deniyor kitapta.
Onun vaadleri tutku, yüksek güçte duygular
The Notebook filminden bir sahne.
Reelde sevilmeye, güvenmeye, kucaklanmaya olan ihtiyaçla aşk deneyimine olan ihtiyaç bir yerde çarpışıyor. Daha doğrusu yaşanan aşk bahsettiğim insani ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalabiliyor.
Esasında aşkın şefkat, güven, ait hissetme vs. gibi ihtiyaçları karşılamayla ilgili bir vaadi de bulunmuyor.
Onun vaadleri daha ziyade tutku, heyecan gibi tanrısallık hissi uyandıran yüksek güçte duygular.
Dolayısıyla aşk neredeyse her daim eksik bir şeyler bırakmaya meyilli oluyor.
Aşk, belki tam da kendimizdeki bir eksiğe işaret ettiği için tanrısal tınlıyordur, bir nevi eksiklerin karşılaşmasıdır.
Bizdeki eksik öyle can yakıcıdır ki diğerinde onun tam olması onu gözümüzde tanrı katına yükseltiyordur. Ya da diğerinin varlığıyla kendi eksiğimizi, boşluğumuzu doldurabileceğimizi sanıyoruzdur.
Jungcu çerçeveden bakıldığında kadının içinde bir erkeksi yön (animus) ve erkeğin içinde bir kadınsı taraf (anima) bulunur.
Kişi bu içsel alanlarla (arketiplerle) ne ölçüde ilişki kurabilir ve onları kabullenebilirse karşı cinsle ilişkisi de o derece anlaşılabilir olur.
Örneğin partnerlerin içerde birbirinden parçalar taşıyan ayrı varlıklar olduğunu idrak edebilmeleri ikili ilişkilere bir denge sağlayabilir. Ancak aşkın dinamikleri ilişkinin dinamikleri ile örtüşmeye de bilir.
Diğer taraftan her iki kitapta da bahsedildiği gibi hemcinsimizi ve kendimizi anlamak için karşı cinsi anlamak gerekiyor ve aynı örüntünün tam tersi de geçerli.
Kendimizi anlayabilmek için içimizdeki karşı cinsi anlamamız gerekiyor. Bu anlayış, kendi içsel enerjimizle karşılanabilecek ihtiyaçları diğerine atfederek ilişkiyi karşılıksız beklentiler ağına çevirmemek için bile elzem görünüyor.
He'de de söylendiği gibi eğer erkek bünyesindeki kadın arketipe ulaşamazsa içindeki 'ben'in tüm gizlerine de ulaşamaz.
Bilinçdışımızla ilişki kurmak
Bir erkeğin içindeki kadınsı yönle tanışması bir anlamda içerdeki saldırgan 'kızıl şövalye'yi de kontrol altına almasını sağlıyor.
Anima burada duygusal, değerlendirme yeteneğine sahip tarafıtemsil ediyor. Aynısı kadın için de geçerli. Animus'u ile ilişkilenemeyen ve onu reddeden kadın onun tesirinden kurtulamıyor.
Pek tabii erkekteki anima ile kadındaki animus da çatışmaya başlayabilir.
Bu enerjiler bilinçdışı kaynaklı olduğundan ilişkilerde yüksek hasarlara yol açabilecek güçtedirler.
Bu açıdan kendini tanımak bir kez daha önem kazanıyor. Zaten içimizdeki kadın ya da erkek öğeye ulaşmak bilinçdışımızla da ilişki kurmak manasına geliyor. Ancak orayla ilişkiye geçip açıklık sağlayabilirsek duygusal olarak rahata varıyoruz.
Gücümüzü sadece dışadönük değil içe dönük olarak da kullanabilirsek belki kontrolü yapıcı bir biçimde ele alabiliyoruz. E tabii bunun için de bedeller ödemek gerekiyor.
"Aşık olmak sizi parçalara böler ama..."
12 Monkeys TV dizisindeki zaman yolculuğu sahnelerinden.
Aşkın yokluğunda da varlığında da birtakım eksiklik duygularıyla baş etmeye uğraşıyoruz. Ancak kitapta da (She) bahsedildiği gibi; "Aşık olmak sizi parçalara böler; ama aynı zamanda yaratıcı olanakları da vardır.
Gücünüze ve cesaretinize sahip çıkarsanız, bu parçalanmalardan yeni bir özgünlük ve değer bilinci doğabilir."
Bir bütünlüğe ulaşılacaksa o şüphesiz ki kendi içsel bütünlüğümüz olacak. Diğeriyle bir 'tam' olabilmek değil de bir nar gibi bereketlenebilmek bana kalırsa daha sahici ve iç açıcı.
Eksiklere rağmen çoğalmanın da mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Bu çoğalma diğeriyle bir olmaktan değil iki farklı rengin beraberce tüm yaratma cesaretleriyle süslediği bir resim ortaya koyabilmelerinden geçiyor.
Bir renk içinde diğer rengi de barındırabildiğini kavrayabildiğinde onun nerelere nasıl fırça darbeleri atabileceğini da daha iyi görüyor. Böylelikle zıtlıklardan bile müthiş ahenkler doğabiliyor. (BK/PT)