Kamu spotu: Bu yazı “Sevgililer Günü” konseptine, sev-gi-li olma haline, birbirinin aynı çoraplara, sevgiliyle el ele çekilmiş instagram fotoğraflarına, yumoş reklamlarına, mütemadiyen kamusal ilgi bekleyen ilişkilere, eşcinsel hetero fark etmeksizin tüm sevgililiklere duyulan ziyadesiyle kişisel haliyle de fazlasıyla politik zehirlenme ürünü bir serzeniş olup ciddiye alınmaması tavsiye edilir. Yazıyı okurken önerilen şarkılar ise Müslüm Gürses’ten “Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar” ve devamında vakit kalırsa Fairuz Derin Bulut coverıyla “Seni Tanrı Bile Affetmeyecek”tir.
İçişleri Bakanlığımın ciğerlerimden yükselen isyanı bol miktarda tütün ile bastırmaya çalıştığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımın kendisini patlatarak yok etmek suretiyle vatana ve millete hayırlı bir iş yaptığı ve nihayetinde Dışişleri Bakanlığımın “değerli yalnızlık” politikasında uzmanlaştığı bir dönemde gün geçmiyor ki bir 14 Şubat daha gelip kapımı çalmasın.
Sonuçta instagramın kalpli fotoğraflarla dolup taşacağı, heteroseksüel çiftlerden erkek denen bireyin “bayan” denen bireye eğer zenginse pırlanta, yok fakirse de en azından bir gül aldığı bir günde bütün ibneliğimle yalnızım.
Twitter’daki asosyal, depresif, atarlı ve ilgi manyağı arkadaşlarımla bir olup bu güzide günü trolleyesim de hiç yok. Hele facebook’taki romantik şiirli, üçüncü sınıf fotoğraflı paylaşımlara katlanabileceğimi hiç ama hiç sanmıyorum. Ki sanırım bu benim günüm de değil. Niye üzerime alınıyorsam? Pek sev-gi-li bir karakter değilim sonuçta. Sev-iş-ken ve de en arabeskinden aşkperver bir şahıs olsam da sonuçta bir elmanın yarısı olmaktan ziyade kemirilmiş ve bitmiş bir “eski bütün elma - yeni koçan”ım. Ama işte ne yaparsın huy bu, her şeyi üzerine alınıyor. Cevap yetiştirmek istiyor.
Oldum olası sevemedim şu sevgililik hadisesini. Fazla politika ve aktivizmden zehirlenmediğim ve azıcık da olsa mahrem duygumun olduğu zamanlarda da pek sevemedim. Aşık oldum. Aşktan ölür gibi oldum. Bazen aşktan ölmek ve hatta öldürmek de istedim. Ama eskilerin Leyla ile Mecnun hikayeleri kıvamında bir aşkı arzuladım sanırım. Kavuşursak biteriz biz sev-gi-li!
Yan yana, el ele, diz dize, göz göze halleri gördüğümde içimden elinde bir testereyle gezinen kocaman bir yaratık çıkıyor çoğu zaman. Birbirine zamkla yapıştırılmış elleri keserek “özgürleştiren” vulgar ve huysuz bir yaratık. Geçenlerde Karaköy’de yürürken fark ettim bu yaratığı. Yazdan kalma bir günde korumacı erkek bireyin elini tutan narin karın bireyler, arada tek tük eşcinsel çiftler… Havada buram buram bayağı bir aşk kokusu. Aman Allah’ım! Ne yaptım da böylesi bir dünyaya doğdum? Elleri terden yapış yapış olsa dahi birbirinin elini tutmayı Mecnun’un çöllerde aşkı uğruna çile doldurması kadar büyük bir işmiş gibi icra eden bu insanların arasında işim ne? Keşke testerem ya da en azından pıçağım olsa Fırat’ınki gibi…
Bazen bu sevgililik denen kurumu politik ve acayip havalı cümlelerle eleştiresim geliyor. Ama ilk cümleden itibaren en az sev-gi-li olma hali kadar bayağılaştığımı hissediyorum. Biraz daha düşününce meselenin çok daha “kişisel” olduğunu fark ediyorum. Sorun belki de tembellikle alakalı. Bir hak olarak tembellik meselesi, çoğu zamandan inanmadan sadece olması gerektiği için yapılan sevgililik ritüelleri ile bir arada var olamıyor. Çünkü tembellik aslında emek harcamamak değil. İstemeden, inanmadan yapmayı reddetmek belki de. İlişkilenmek denen şeyin hakikaten emek istediği, huzur arayışıyla uzaktan yakından alakalı olmadığı gibi aksine çarpışma ve çatışmayı çağırdığı bir ortamda el ele tutuşup bir yerlerde çay içip akşamına sevişmek çok ağır geliyor. Birbiri ardına sıralanan mekanik hareketler ilişkilenmek sayılıyor. Çarpışma ve çatışma ihtimali liberalizmin sığ sularının hakikati buğulandırması gibi bu mekaniklik tarafından bertaraf ediliyor: “Ne kadar güzeliz değil mi? Adeta güzellik ve sevimlilikten ölüyoruz.”
Evet ağabeyler, ablalar, sevgililik liberal bir haldir. Liberalin küfür olarak kullanıldığı bizim muhalif cenahta, bu cümle de ağır bir küfürdür. Sevgililik birbirini aşkla yok etmek ve yeniden doğurmak isteyen öznelerin, bu sınıf savaşımının üstünü örten bir maskedir! Her maske gibi sevgililik de kişinin kendisine, hakikate, ötekine yabancılaşmasına yol açar. O zaman haydi barikata haydi barikata yalnızlık, kediler ve devrim için!
Sevgililik müessesinde rahatsız edici bir diğer detay ise tek eşli de olsa çok eşli de olsa eş-li olma hali. Eşleşen çoraplar giymekten bile bunalan bünyeler için kabir azabı resmen.
-Yemeğinizi nasıl alırsınız efen’im?
-Az tuzlu, bol eşli olsun lütfen. İçine biraz da sosyal statü katar mısınız?
Bir insana sevgili demenin o insana edilebilecek en büyük hakaret olduğunu bir tek ben mi düşünüyorum acaba?
Bir diğer meselem ise aslında akşam haberlerinden hemen sonra yayınlanan bir diziden pek de farkı olmayan sevgililiğin kutsal ve dokunulmazlığı. Her daim bir seyirci bekleyen bir çift ile reyting kaygısıyla sürekli içeriğini değiştiren bir televizyon dizisi arasındaki yedi fark nedir? Her ikisi de seyirciye bağımlı, her ikisinde de yapay ve absürt muameleler ömür uzatıcı ve her ikisinin de muhakkak dramatik bir finali olmalı. Peki neden çekirdek çitleyip dizi izlerken o diziyi yorumlayabiliyoruz da sevgililiği bu kadar açıktan yorumlayamıyoruz? Sonuçta zaman öldürmek için birebir değil mi? İki çekirdek, bir çay, acımasız birkaç eleştiri, mutlu sonlarda sevinç çığlıkları, trajik anlarda gözyaşları… Neden dizilerde bu hali gayet kamusal yaşayabiliyoruz da sevgililiklerde özel muhabbetlere sıkıştırıyoruz duygularımızı? Bir çifti alsak, bir sahne kursak, onlar yaşadıkça biz yorumlasak, hep beraber, bir cemaat olmanın mükemmel şevkiyle!
Bence yetkili kişiler bu önerimi dikkate almalı. Eğer böyle bir sahnemiz olursa çözüm süreci de başarıyla ilerler, yüzyıllık meseleler de çözülür, Edirne’den Ardahan’a hepimiz bir olmanın coşkusunu hissederiz. Sevgililiğe hak ettiği değeri vermeli ve istisnasız her bir çiftin hikayesini kolektif olarak seyretmeliyiz. En yakın arkadaşa ağlamalar filan tedavülden kalkmalı. Madem ki biz kocaman bir bütünün parçalarıyız o zaman haydi hep beraber çekirdek çitlemeye!
Hatta bu işe ben ve sevgili sev-gi-lim Çaki’yle başlayalım. İddia ediyorum kedi birey Çaki ve benim ilişkimin herhangi bir sevgililikten eksiği yok, fazlası var. Pati ele tutuşuyoruz, öpüşüyoruz, boynumu bile yalıyor. Yetmiyor fotoğraflarımızı paylaşıyoruz. İlgi bekliyoruz. Arada kedicilik bazen de insancılık oynuyoruz. Birlikte film izliyor, bazen kavga ediyoruz. O sebepten sahneye çıkmaya ben kendi adıma gönüllüyüm. Bence Çaki de gönüllüdür. Sonuçta o benim sev-gi-lim, beni kırmaz.
Ama aşk öyle mi? Yıldızlı göklerin ne zaman dönmeye başladığını unutma hali öyle mi? Acı çekerken mutluluktan ölmek? En mutlu anda bile ağlamaya başlamak? Seher yelinde çırılçıplak uzanmak? Ağzını bile açmadan lafı uzatmak, uzatmak, uzatmak ve başını unutmak? Gözüne baktığında ruhunu kaybetmekten korkarcasına başını öne eğmek? Sevişirken, dokunurken, tam o anda ölmek istemek? İçi bomboş zamanı sıkıştırıp sıkıştırıp dokunabilir hale getirmek ve dondurmak?
Aşk devrimse, sevgililik reformdur! Rabbim hepimizi reformlara muhtaç kalacağımız zamanlardan korusun. (YT/ÇT)