Diyarbakır ile Siverek arasındaki hatta, mihmandarlığını yaptığım küçük turist kafilesi bir Kürt köyüne ziyarette bulunmak istediğini belirttiğinde gözümüze ilk kestirdiğimiz köyde durmuştuk.
Neredeyse bütün Anadolu’yu gezmek üzere İtalya’dan gelmiş bu ziyaretçilerin oryantalist bulduğum taleplerine seve seve karşılık vermiş olan ben, 80’li yılların ikinci yarısında, nispeten sakin dönemin ortasında olduğumuz için aslında şanslıydım.
Simsiyah kayalıkların arasında tabii dokunun içinde neredeyse kaybolmuş evlerinden renkli kıyafetleriyle çıkan Üçkuyu’lu köylüler bizi coşkuyla karşılamış, adeta bağırlarına basmışlardı.
Mevzubahis ziyaretleri ilerleyen yıllarda rutin haline getirmiş, hatta onlardan çok kendimizi tatmin etmek için sanki, Diyarbakır süpermaketlerinden aldığımız, bazıları işe yaramaz erzakları hediye eder hale gelmiştik.
Üçkuyu köylülerinin bana ve kafilelere alıştığı seferlerin birinde, ovalık köyün hemen arkasına çadır kurmuş Kürt göçerlerin yanına topluca götürülme teklifi hepimizi tabii ki heyecanlandırmıştı. Uzaktan gördüğümüz, muhtelif koyu tonlardaki heyula gibi çadırları korumakla mükellef, koca koca kangal köpekleri ağır zincirlerle kontrol altına alınmıştı; kısa bir yürüyüşten sonra keçeden mamul sarayların birinde layıkıyla misafir ediliyorduk.
Mihmandar olarak öncelik bana tanındığından hamam tasına benzer, hırpalanmış alüminyum bir kapta bana beyaz bir sıvı ikram ediliyordu. Çok da çekici görünmeyen mevzubahis sıvının içinde tek tük de olsa siyah parçacıklar da yüzüyordu; fakat ortamdaki yoğun atmosferin tesiri altındayken müşkülpesentlik yapacak halim yoktu: Hayatımın en lezzetli ayranını o gün tadına vara vara içmiş oldum, sonra…
Bahtiyarlar
Bahtiyari halkı veya kısaca Bahtiyarlar olarak anılan İranlı halk da asırlar boyunca göçer olmasına rağmen artık neredeyse bütünüyle yerleşik yaşama geçmiş vaziyette. Filmin kadın yönetmeni, kendisi de Bahtiyarlardan olup küçük yaşta ailesiyle Tahran’a göç etmiş Marjan Khosravi meseleyi yakından biliyor, dolayısıyla Aşirete Ağıt (Requieme for a tribe) adlı belgeselde mevzuyu teferruatıyla işleyip bilhassa kadınların ödemek zorunda kaldığı bedellere odaklanıyor.
Belgeselin kahramanı, 60’ına merdiven dayamış Hajar’ı kırsal alanda hayvanlarını otlatırken, süt sağarken, yayık sallarken veya derede çamaşır yıkarken izliyoruz; fakat atalarından ona aktarılmış ananevi göçerlik, hatta köy hayatına son vermesine dair baskılara maruz bırakılmasına da üzülerek şahit oluyoruz.
Göçerliğin parçasıyken dağlarda çocuklarını sırtında ortalama ikişer yıl taşımış olan Hajar oğullarının onu topraklarından koparıp şehre götürmek istemelerini katiyetle reddediyor.
“Şehirde bol et var!” deniyor ona, cevabı:
“Nereden bilebilirim o hayvanların ne yediğini? Şehirdeki dükkânlarda satılan et sağlıklı mı ki!”
“En azından burada ne yediklerini biliyoruz.”
Bir zamanlar göçebe kuşlar kadar hür olduklarını ifade eden Hajar oğullarının ve güvenmekte zorluk çektiği gelinlerinin şehirdeki evlerinde ona aslında hizmetkârlık yaptırma amacı güttüklerini de açık açık söylüyor.
Yeni nesle göre köydeki üretimin artık para kazandırmıyor olması, yaşlıları alıştıkları düzenden koparıp şehre tıkmak için yeterli bir mazeret.
Şehir öldürür…
Hajar çocukluk arkadaşlarından Sanam’ın şehre götürüldükten sonra yalnızlıktan öldüğünü biliyor; dolayısıyla kara kışta köydeki evinden çıkmasına engel olacak seviyedeki karı oğulları bir zindana benzetirlerken Hajar bunu hayatının çok normal bir dinamiği olarak kabul ettiğini belirtiyor ve direniyor.
Filmde erkek tayfasının kadınların hayatlarını kontrol altında tuttukları, hiçbir kadının kocasının aleyhine bir şey diyemediği, annelerin oğullarına itaat etmeleri gerektiği de ifade ediliyor.
Biz seyirciler kocasının göçerlik dönemlerinde başka kadınlarla da münasebete girdiğini bizzat Hajar’dan öğreniyor, Hajar tekrar yaylaya çıktığı takdirde onu terk etmekle tehdit eden kocasına “Sen nasıl istersen!” babında bir cümle sarf ederek onayladığını da ondan duyuyoruz.
Aşirete Ağıt filminin en göz alıcı bölümleri 1976 yapımı Anthony Howarth imzalı Rüzgârın halkı (People of the wind) adlı belgeselden muhtelif sekanslar: Göçebeliğin şanlı mazisini merak edenlerin mutlaka izlemesi gereken mühim ve çok renkli bir belge.
Orada da iki cinsiyet arasındaki net ayrımcılık apaçık ortada: Büyük hayvan sürüleri derelerden, hatta suyun şiddetle aktığı nehirlerden geçirilirken kadınlar gayet ağır geleneksel kıyafetlerinden hiç feragat edemezken erkeklerin donlarıyla kalarak duruma pratik açıdan uyum gösterdiklerini izliyoruz.
Günümüze dönersek, oğullarının Hajar’ı resmen kandırıp son yayla ziyaretinde keyfini kaçırışları ise esefle şahit olduğumuz sekanslardan bir diğeri.
Üçkuyu neye dönüşüyor?
Tüm Anadolu’yu neredeyse baştan başa ziyaret ettiğim gezilerimin sonuncusu 90’ların ilk yarısının ortasına tesadüf etmişti. Üçkuyu köyü sanki normalde alıştığımdan daha sessiz, daha ıssızdı.
Bizi karşılayanların fazla keyfi yok gibiydi. Derken minibüsümüzü park etmiş olduğumuz karayolunun ötesinden küçük bir hayvan sürüsüyle bize doğru gelmekte olan çobanı fark ettik.
Köylülerle muhabbetimiz ağır bir havada sürerken heybetli çoban ve sürüsü yanımıza ulaşmıştı. Uzaktan tanıyamamış olduğum bu muhterem şahıs köyün en yakışıklı genç erkeğiydi; fakat aradan geçen çetin bir kış onu sanki 10 sene yaşlandırmıştı. Başta birbirimize sarılarak hararetle öpüştük sonra elinde tuttuğu ve daha önce bir ısırık almış olduğu elmayı o bana uzatırken ben kendimi adeta mitolojik bir anlatının içinde hissetmiştim…
Etraftaki çatışmalar da, üzerlerindeki baskı da artmıştı; yaşamlarını asırlardır sürdürdükleri biçimde devam edemeyecek gibi olduklarını belirtirken göçerlerin de artık pek uğrayamadığından dert yanıyordu, sonra…
(HA)