12 Haziran seçimlerindeAdalet ve Kalkınma Partisi'nin ( AKP) aday göstermediği aşiret liderleri Urfa, Diyarbakır gibi bölge illerinde bağımsız aday oldular ve seçilemediler. Bunun üzerine medyada "aşiretler çözülüyor mu" sorusu üzerine çeşitli yorumlar yer aldı.
Bunların bazılarında, aşiret adaylarını göstermemesinden hareketle, AKP'nin bölgede aşiretlerin siyaset üzerindeki etkisini kırmaya dönük bir çabaya sahip olduğu vurgulanıyordu.
Örneğin 15 Haziran tarihli Akşam gazetesinin sorularını yanıtlayan bir akademisyen, aşiretlerin siyaset üzerindeki etkisinin kırılmasının bir olumluluk olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor; göç, kentleşme, eğitim yoluyla zaten belirli bir aşamaya gelmiş olan kırılma sürecinin tamamlanmasında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) kadar AKP'nin de emeği olduğuna dikkat çekiyordu:
"Her iki partinin de bu konuda emeğini inkar etmemeli. BDP'nin başlattığı sürece AKP sonradan katıldı ve bu seçimde aşiret adaylarını göstermedi."
Urfa'dan aday gösterilen eski bakan Faruk Çelik'in 17 Haziran tarihli Radikal'e yaptığı yoruma göre de, bölgede önemli bir sorun tespit edip müdahalede bulunmuşlardı:
"Ankara, bölgede yıllarca aracılarla vatandaşın hal hatırını sormuş. Bazen aracılar iyi niyetli olmuşlar bazen başka hesaplara girmişler ve vatandaş burada devleti görmemiş. Görmeyince de aracıların insiyatifinde mağdur olmuşsa, kendisi çıkış yolu aramış. Orada farklı bir takım güç odakları oluşmaya başlamış."
Bölgede aşiretlerin aslında aile birliği, dayanışması açısından sosyal anlamda faydalı olduğuna dikkat çeken Çelik ardından önemli bir saptamada da bulunarak;
"Ama bunu politize ettiğinizde, hatta bir aşireti devletin kolu haline dönüştürdüğünüzde güç dengesi bozuluyor," diyordu.
Bu tabii ki çok önemli bir saptamaydı. Zira çok partili hayata geçildi geçileli bölgede işler tam da onun ifade ettiği gibi yürümüş. Çok partili hayata geçilmesinin ardından başta Demokrat Parti ( DP) olmak üzere, bütün iktidar partileri ve tabi muhalefet de, bölgede aşiretler üzerinden örgütlenmeyi sürdürmüşler.
Eskinin büyük toprak sahibi egemenleri, hem iktisadi güçlerini hem de siyasi güçlerini arttıracak şekilde parlamentoya taşınıp durmuşlar. Tabi alışveriş tek yanlı değil. Bu patronaj ilişkisi, Ankara'yı bölgede bireyleşmenin getireceği politik risklerle uğraşmaktan kurtarmış ve böylece aşiret yapısı siyaseten ve iktisadi olarak sürekli yeniden üretilerek güçlendirilmiş.
Hatta sayın Çelik'in devletin kolu haline dönüştürüldüğünü ifade ettiği aşiretler sadece "politize" değil, 1990'lardan itibaren bir kısmı da koruculuk marifetiyle "militarize" edilmişler. Bunun anlamını, yani bir aşiretin aynı zamanda devlet tarafından silahlandırılmasının, bölge dengeleri açısından nasıl dehşetli sonuçlara yol açabileceğini Susurluk'tan, daha yakın tarihteyse Bilge Köyü katliamından iyi biliyoruz. Bu nedenle yeni Urfa vekilinin saptaması doğrudur; fazlası yoktur, eksiği vardır.
Peki Neden Şimdi?
İyi de bu önemli saptama için koca bir "günaydın" demek gerekmez mi? Hadi bu "günaydın"dan Sayın Çelik'i tenzih edelim. Zira o Urfa'yı muhtemelen ilk kez bu kadar yakından gördü ve sahiden yeni idrak etti.
Bizim oralar, uzaktan bakıldığında hiç olduğu gibi görünmez ya, onu mazur görelim. Ama sayın Çelik'in mensubu olduğu partiye gelene değin devlet aklının şu ya da bu ölçüde taşıyıcısı olan politik yapıların ve mekanizmaların, bir idrak sorunları olması mümkün değil.
Bu gerçekliğin müsebbibi bizzat onlar. İlk değil üçüncü kezdir seçimlere giren AKP ve AKP'nin içinden çıktığı siyasi parti geleneği bölgede hangi ilişki ağları üzerinden oy devşirmişlerdi ki? Öyleyse söz konusu yorumları nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu soruyu belki başka bir soru eşliğinde düşünmek daha anlamlı. Diyelim ki 12 Haziran seçimlerinin ardından, iktidar partisi veya devlet aklını temsilen başka birileri kalkıp, yüzde 10 barajını artık indirelim" dediğinde, "yüzde 10 barajının antidemokratik niteliği, halkın iradesinin parlamentoya yansımasına engel olduğu anlaşıldı" diye değerlendirmek mümkün mü?
O barajın, zaten başından beri işlevi, halkın iradesinin parlamentoya yansımasına engel olmak değildi de neydi ki! Halk, iradesini parlamentoya yansıtmayı sağlayacak başka yollar yaratıp da 12 Haziran itibariyle yüzde10 barajı işlevini enikonu yitirdikten sonra "barajı indirelim" demek artık demokratlık olmaz. Olsa olsa işlevini yitiren bir kamburdan kurtulma zorunluluğu olur.
Aşiretlerin, artık başta iktidar partisi olmak üzere merkez partilerin gözünde itibar yitirmeleri de tam olarak böyle bir "artık işlevini yitiren kamburdan kurtulma" olgusundan başka bir şey değildir. Aday gösterilmeyenlerin, oyundan atılan şımarık çocuklar gibi davranıp bağımsız aday olmalarıysa, çok partili hayata geçildikten bu yana merkezle sürdürdükleri tatlı oyunun bittiğini henüz tam anlamamış olmalarındandır.
Aşiretlerin, mensuplarının oylarını blok olarak işaret ettikleri merkez partilere yönlendirme işlevini yitirmesinin, başka bir ifade ile oyunun bozulmasının ardındaysa, bianet okurlarının malumu dinamikler var elbette.
Modernleşme, göç, eğitim gibi etkenler tabii ki önemli. Ama o etkenler yeni değil, 1950'lerden, 1960'lardan bu yana mevcut. Şimdi farklı olan, aşiret liderlerinin, merkezin sağladığı siyasi, iktisadi imtiyazlarla sürekli yeniden tahkim edilen güçlerini ve etkinliklerini çözecek, etkili bir toplumsal ve politik dinamiğin ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu dinamik, 1960'lardaki Türkiye İşçi Partisi (TİP), Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) gibi deneyimleri unutmamak kaydıyla, 1980 sonrası Kürt hareketiyle ortaya çıktı. Daha 1980 öncesinde, Siverek'te, Hilvan'da, Viranşehir'de Batman'da, merkezle ilişkili olan aşiretler,"feodal komprador" nitelemesiyle hedef seçilmişti. Sonra doğrudan hedef alma durumu sona erse de, Kürt hareketinin yön verdiği toplumsal politik mobilizasyon, toplumsal güç dengelerini ve aşiret yapılarını etkilemeyi sürdürdü.
Bu durum Halkıın Emek Partisi'nin (HEP) kuruluşuyla başlayıp BDP'ye değin devam eden siyasi parti geleneği ile birlikte siyasi parti düzlemine ve seçim süreçlerine de taşındı.
Kürt hareketinin içinden çıktığı ve bu partilerin de temel dayanağını oluşturan toplumsal taban, aşiret bağlarından, dinsel, mezhepsel bağlardan ve toplumu dikine kesen bilimum iktidar ilişkilerinden azade ve bu iktidar ilişkilerini sarsacak bir güç haline geldi. Mevcut iktidar ilişkileri içinde iradeleri en fazla hiçleştirilen kesimlerden biri olan kadınlar da, söz konusu değişimi doğal olarak en heyecanla karşılayanlar oldu.
Baba'nın Yasası Sarsılırken
2000'lerin başlarında, aile içinde, erkekler, iktidar partisine ya da yerel güç dengelerine göre anlaşmaya varılan parti hangisi ise ona oy vermeyi sürdürürken, aynı aileden gençler ve kadınlar Halkın Demokrasi Partisi'ne (HADEP) oy vermeye başlamışlardı. Gençler açıktan oylarının rengini belli ederken ve zaman zaman babayla karşı karşıya gelirken, kadınlar başta, tercihlerini sessizce uyguluyorlardı.
Bazıları için HADEP'e oy vermek, bağımsız bir birey olarak heyecanla gerçekleştirdikleri ilk eylemleriydi. Sonra gizleme gereği duymadılar. Dahası oy verdikleri partiler için çalışmaya başladılar. Politika da, seçimler de, adaylar da onları ilgilendirmeye başladı. Bağımsız birer birey olarak değerli olduklarını hissettiler ve güçlerini gördüler. Sadece seçmen olmakla kalmadılar, seçilmeye, temsil de etmeye başladılar.
Bugün, büyük aileler için de benzer bir durum yaşanıyor. Baba'nın yasası geçersiz hale geliyor. Her alanda. Baba'nın yasasının geçersiz hale gelmeye başlamasının, o yasanın iç içe geçmiş türlü bağlarıyla bağlanmış kadınlar açısından yeni sonuçlarının olması kaçınılmaz.
Toplumsal dönüşüm öyle birden bire olmuyor elbette. Ama nasıl ki Kürt hareketinin cinsiyet eşitlikçi söyleminin ve kadınların aktif katılımıyla siyasi partilerdeki etkinliklerinin, dalga dalga toplum içinde kadınları güçlendirici etkisi olduysa, bu durumun da sonuçları olacaktır.
Her şeyden önce artık, ortada, liderleri ile pazarlık yapıldıktan sonra çantada keklik olarak görülen 50-60 binlik aşiret oyları olmayacak. Oy almak isteyen partiler, kadın ve erkek aşiret mensuplarını bağımsız bireyler olarak ikna etme zorunluluğu duyacaklar.
Kafa sayısından ibaret olmadıklarını, yeni Urfa vekilinin, devletle bir kısım aşiret arasındaki mevcut güç dengelerini bozucu ilişkiyi fark edivermesi gibi, seçme iradesine sahip insanlar olduklarını fark(!) edecekler.
Üstelik bölgede teveccüh kazanmanın çıtası da hayli yükselmiş durumda. Bu durum, sadece oylarını istedikleri insanları değil, oylarına talep olanları da dönüştürme potansiyeline sahip yeni bir ilişki olacak. (HÇ/BA)