Hükümetin parti kapatma, seçilmiş yerel yöneticileri ve insan hakları sözcülerini tutuklama, çocuklara TMK çerçevesinde yaşlarından büyük cezalar verme, muhalif basın merkezlerine baskınlar düzenleme gibi, açılım programında yer alan daha doğrudan eylemleri sürerken, Kürt halkının taleplerini baskılamak için tasarlanan daha "dolaylı ve ince" bir politikayı, kökeni eskilere dayansa da, Türkiye yenice başarmaya çalışıyor.
Devletin atanmış yerel temsilcilerini yerelin seçilmiş yapıları aleyhine güçlendirmeyi hedefleyen bu kurumsal yeniden yapılanma çalışmaları, tam da madalyonun öbür yüzünü, yani ceberrut devlet anlayışının "sivil" halini gösteriyor bizlere...
Vesayet yerelleşiyor
Kürt illerindeki belediyelerin merkezden aldıkları bütçenin azlığı ve öz-kaynak yaratma önünde karşılaştıkları bürokratik engeller bilinen şeyler. Bilinmeyen ise şu; bir yandan kurumsal, yasal ve finansal kapasitesi geliştirilmeyen BDP belediyeleri yoksulluk, işsizlik, zor kullanarak yerinden edilme gibi olguların ağır toplumsal sonuçlarıyla güçlükler içinde mücadele ederken, öte yandan valiliklere sürekli değişen isimler altında öne sürülen bir takım "Eylem Planları" çerçevesinde orantısız bir şekilde yetki ve güç kazandırılıyor.
Detaylandırılmamış, müzakere edilmemiş, Kürt sorunuyla ilgili siyasi bağlama oturtulmamış bu palyatif Eylem Planları çerçevesinde keyfi uygulama alanları iyice genişleyen bölge valilikleri, projeler halinde kaynak dağıtan yerel ihale birimlerine dönüşmüş durumda.
Örneğin, GAP Eylem Planı'nın Sosyal Destek Programı (SODES) kapsamında son iki yıldır dağıtılan fonlardan Kürt halkının belediyeleri ve STÖ'ler neredeyse hiç faydalandırılmıyor. Buna karşılık, bölgede yerden yurttan eden, yoksul ve yoksun eden kamunun önemli bir gücü olarak algılanan valilik, yanı sıra çeşitli cemaat dernekleri ve ilginçtir ki büyük ölçüde de İl Emniyet Müdürlüğü trilyonluk projelerle destekleniyor (www.diyarbakirproje.gov.tr). Daha çok sosyal ve kültürel asimilasyon becerilerini arttırmayı hedefleyen bu "içerme" projelerinin ruhları isimleriyle müsemma: "Taş Atma, Gol At"!
Bu süreçte yerel sivil toplumun nabzı ve vicdanı olan hak temelli STÖ'lerin payına düşen ise yıldırma politikaları... Örneğin, 'Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği'nin açlık sınırı altında yaşayan ailelere yönelik yürüttüğü 'Gıda Bankası Projesi'ne ortaklıkla ilgili alınan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Meclis kararı, valilikçe veto ediliyor. Ya da, 'Diyarbakır Göç Edenlerle Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (GÖÇ-DER)' hakkında bölücü faaliyet yürüttüğü gerekçesiyle kapatma kararı alınıyor.
Yerinden edilmek mi, yerinden olmak mı
Yerel sivil toplumun ayrımcılığa uğradığı en güncel tahakkümcü girişim ise 2006'dan beri gündemde olan ve yerinden edilmiş kişiler için hazırlandığı iddia edilen Eylem Planları. 5233 sayılı Tazminat Yasası dışında (ki o da AİHM'de ödenmek zorunda kalınan gerçekçi tazminatlardan kaçınmak için 2004'te çıkarılmıştı) yerinden edilme sorunu ile ilgili hiçbir adım atmayan hükümet, AB'ye katılım için verilen taahhütleri kapsamında BM Kalkınma Programı (UNDP) ile 2007'de bir işbirliği başlattı (2007/12846 Bakanlar Kurulu kararı). Ve pilot il Van başta olmak üzere zorunlu göçün yaşandığı 14 ilde mağduriyetleri giderecek kapsamlı bir çözüm için İl Eylem Planlarının hazırlanması kararlaştırıldı.
Peki, şiddetli eleştirilere hedef olan bu çalışmanın bölgede derin bir kandırılmışlık duygusu yaratan sonuçları ne oldu, özetleyelim. Van Valiliği, UNDP aracılığıyla "yeterince" muğlak bir şablon hazırladı ve kamu sektörünün çeşitli dezavantajlı gruplara zaten vermekte olduğu hizmetleri alt alta sıralanmasıyla oluşan bu şablona 'Van İli Yerinden Olmuş Kişiler Hizmet Sunumuna Dair Eylem Planı' dedi.
Ayrılan özgün bir bütçenin olmaması çoğu her halükârda normal bütçe ayrılması gereken kamu projelerinin sanki Eylem Planı'nın bütçesi gibi gösterilmesini mümkün kılmıştı. Eylem Planı, daha en başta, BM'nin 'yerinden edilme' tanımını 'yerinden olma' olarak kullanarak Kürtlerin devlet güvenlik güçleri tarafından zor kullanılarak göç ettirilmesini saklamaya çalışmıştı. Plan metninde bir tek defa bile Kürt sorunu, yaşanan çatışmalar ve Kürtçe geçmiyordu. Zorunlu göçe maruz kalanlarla ilgili, sadece onlara özel program ve politikalar oluşturmak gibi bir yaklaşım benimsenmemişti. Sorunun derinliğiyle denk düşmeyen son derece küçük çaplı uygulamalar öneriliyordu. Göçe maruz kalanların kendileri, konuyla ilgili STÖ'ler ve siyasi parti temsilcileri ile gerekli diyaloglar yeterli düzeyde sağlanmamış, görüşleri alınan kesimlerin önerileri de Eylem Planı'na hiç yansıtılmamıştı.
Aslında hesap basittir... AB, Türkiye'den ille de bir plan beklemekte ise ondan kolay ne olabilir? Birkaç "katılımcı" toplantı düzenlenir, dostlar alışverişte görülür, sonra da hikmetinden sual olunmaz bir takım "işin uzmanları" oturup yazıverir. Nasıl olsa ne yazılsa gider, nasıl olsa 'katkı veren paydaşlar' listesi ile yerelde planın desteklendiği izlenimi yaratılır. Ve bu naylon belge ile uluslararası toplumdan hem finansal, hem de siyasi destek alınır. Zaten burada kabul edilemez olan bir konu da budur: Türkiye'nin BM'nin yaptığı tavsiyelere uyup uymadığını izlemekle görevlendirilmiş bir uluslararası örgüt olan UNDP'nin görevini tam bir pervasızlıkla suistimal edebilmesi...
Gelinen aşamada, diğer 13 il için hazırlanan ve henüz kamuya duyurulmamış olan diğer planlarda da Van Planı benzeri bir yöntem ve sürecin uygulanacağının işaretleri bolca mevcut. Bu nedenle Diyarbakırlı STÖ'ler harekete geçti. Eylem Planları'nın hazırlama, uygulama ve denetleme aşamalarına zorunlu göçe maruz kalanların kendilerinin ve bu konu üzerinde çalışan STÖ'lerin müdahil olmalarını sağlayacak bir mekanizmanın hayata geçirilmesini talep ettikleri bir metni imzaya açtı. 4 Mart'ta bir basın toplantısı ile kamuoyuna duyurulan metnin altına Diyarbakır'da göç, yoksulluk, gençler, kadınlar ve çocuklar üzerine çalışan STÖ'ler, Diyarbakır Barosu, TMMOB Şubeleri, Esnaf ve Sanatkârlar Odası, Tabipler Odası, Eğitim-Sen, Yerel Gündem 21, GÜNSİAD gibi toplam 90 STÖ imza attı.
İmzacılar, planlama sürecini içeriği, dili, uygulama yöntemleri ve sonuçları itibarı ile devletin zorla yerinden edilmiş nüfusa yönelik anti-demokratik, merkeziyetçi, katılımı ve çözümü esas almayan yaklaşımının bir belgesi olarak görüyor. Bu işin peşini bırakmayacak, yerelin tepkisini Ankara'ya da taşıyacaklar. Gerçek bir istişare zemini oluşturulması için konuyu tüm taraflarla tartışmaya, "rahatsız edici" olmaya devam edecekler.
Yerinden edilmenin ve yoksulluğun, politik bağlamından, yani Kürt meselesinden bağımsız ele alınması, geçmişi ve günümüzün gerçekliğini yok saymak, geleceği beraber kuramamak demek.
İşte tam da bu nedenle bu ülkede barış, özgürlük ve adalet isteyen herkesin bu mücadeleyi sonuna kadar desteklemesi gerekiyor.(ÇE/EÜ)
* Çavlan Erengezgin'in 26 Mayıs'ta yayınlanan yazsını Taraf'tan alıntıladık.