Şiddetin, kin ve nefretin insan aklını esir aldığı dönemlerde, sağduyuya hitap etmek, doğru olduğuna inanılanı söylemeye çalışmak pek kolay değil.
Hele hele bugünlerde çılgınlık seviyesine varan bir savaş histerisinin egemen olduğu Türkiye gibi ülkelerde savaş yerine barış, kin yerine kardeşlik, eşitlik ve özgürlüğe vurgu yapmak, "hain" olarak adlandırılma pahasına felakete giden yolun üzerinde engel teşkil etmeye çalışmak çok zor.
Halbûki asıl şimdi bu zorun üstesinden gelinmelidir. Gerekli olan budur. Tianmen meydanında elindeki poşetiyle koskoca tankların önünde dimdik duran o küçücük Çinli’nin cesareti örnek alınarak, egemen söylemlere karşı çıkılmalıdır.
Gazetemiz yazarlarından Günay Aslan Çarşamba günkü köşesinde ne yazacağını bilemediğini belirterek başladığı yorumunu şöyle bitiriyordu: "... Ve bu gidişin Kürtler açısından da hayırlı sonuçlar doğurmayacağını düşünüyorum. Zira Kürtlerle Türklerin ancak eşit koşullarda birlikte varolabileceklerine inanıyorum. Kürtler olmadan Türklerin, Türkler olmadan da Kürtlerin ayakta duracağına ve kendilerine özgür bir gelecek kuracaklarına inanmıyorum. Bu nedenle bu halkların kanlı bıçaklı hale getirilmesine ve yollarının ayrılmak istenmesine karşı çıkıyor, bunu durdurmak isteyen; Türk-Kürt herkesle birlikte olmak, bir şeyler yapmak istiyorum. Sağduyulu bir ses duymak, o sese katılmak istiyorum..."
Almanya örneği...
Sevgili Günay öylesine haklı ki. Açıkcası ben de aynı duygular içerisindeyim. Ama sınıfsal konumlanışım bana uslanmaz antimilitarist ve canı pahasına enternasyonalizminden fire vermeyen Karl Liebknecht’i anımsatıyor. Aklıma, Liebknecht’in Birinci Dünya Savaşı’nın o kan ve barut kokan günlerinde, 1915 Mayıs’ında kaleme aldığı "Asıl düşman kendi ülkemizde!" başlıklı bildirisi geliyor.
"Alman ulusunun asıl düşmanı Almanya içerisindedir: Alman emperyalizmi, Alman savaş partisi, Alman gizli diplomasisi. Alman ulusu kendi ülkesindeki bu düşmana karşı mücadele vermelidir; diğer ülkelerde kendi emperyalizmlerine karşı mücadele eden proletarya ile omuz omuza, politik mücadele ile geri püskürtmelidir.
Savaş başladığında kitlelerin nasıl egemen sınıflar tarafından cezbedici melodilerle kapitalist savaş amacı için avlandıklarını gördük. Demagojinin parlak sabun köpüklerinin sonra nasıl patladıklarını, Ağutos’un o aptal hülyalarının nasıl dağıldığını, halka mutluluk yerine nasıl sefalet ve feryadın getirildiğini; savaş dullarının ve öksüzlerin gözyaşlarının nasıl oluk oluk akan nehirlere dönüştüğünü; (...) yarı absolütizmin-Junker egemenliğinin-militarizmin-polis keyfiyetinin nasıl acı gerçek haline geldiğini yaşadık.
Bu deneyimler bizi – her şeyi öğrenmeye, hiç bir şeyi unutmamaya ikaz ediyor!"
Evet, böylesi dönemlerde hiç bir şey unutulmamalıdır: savaşların sadece ve sadece egemenlere yaradığı, faturayı yoksulların, ezilenlerin ve emekçilerin ödediği; militarist kışkırtmaların bir tuzak olduğu, emekçilere egemenlerin top ve tüfeklerine kurşun olmaktan başka rol tanınmayacağı; yalan ve demagoji üzerine kurulu savaş yönetiminin yeni baskı ve ekonomik yıkımlara yol açacağı, demokrasinin anlamsızlaşacağı ve sorunların gerçek nedenleri ile sorumlularının asla gün yüzüne çıkamayacağı unutulmamalı.
Savaşta kaybeden hep halk olacaktır
Ve her defasında yeniden şu öğrenilmeli: militarist gürûh ile iktidarına ortak olmaya çalışan burjuvazinin çıkarları ile halkın, emekçi yığınlarının çıkarları birbirlerine terstir. Savaşta kaybeden, hep halk olacaktır. Dayatılan uğursuz oyuna karşı Türkler ile Kürtlerin, emekçi yığınların ve toplumun geniş kesimlerinin eşitliğe, demokrasiye, özgürlük ve barışa dayalı ittifakının dile getirilmesi, bu ittifakın örülmesi için mücadele verilmesi günümüzün en temel görevidir.
Ancak böylesi bir ittifakın örülebilmesi için sürdürülebilir bir güven ortamının yaratılması önkoşuldur. Ve bence bunun ana sorumluluğu Kürt olmayan kesimlerdedir. Çünkü ülkenin parçalanmaya giden yolunun başlangıç noktası olan Kürt sorununun çözümü ilk başta Türk emekçi yığınlarının çıkarınadır.
Ayrıca bugün görüldüğü gibi, yaratılan linç ortamında Kürtlerin yanısıra demokratik güçler ve Türkiye solu da hedef haline getirilmektedir. Asker ve gerilla cenazelerini durdurmanın yegâne yolu, silahların susması, barışın ve gerçek anlamda demokrasinin sağlanması ile bulunacaktır. Bence dile getirilmesi gereken budur. Tarih, bu cesareti gösterenlerin haklılığını teyid edecektir. (MÇ/NZ)