Diyabet ya da yaygın bilinen ismiyle şeker hastalığı dünya genelinde yaklaşık 420 milyondan fazla insanı etkiliyor. Türk Diyabet Vakfına göre Türkiye’de 2000 yılında 3 milyon olan diyabetli sayısı 2014 yılında 7 milyonu aştı. Aradan geçen altı yıl içinde bu sayının artış gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Uluslararası Diyabet Federasyonu verilerine göre Türkiye’de diyabet görülme oranı yüzde 14,7 olarak belirtiliyor. Bu oranın değişmediğini ve 2019 yılı itibariyle Türkiye nüfusunun 82 milyon olduğunu dikkate alarak günümüzde Türkiye’de yaklaşık 12 milyon diyabet hastası olduğu söylenebilir. Bu sayı her yedi yetişkinden birinin diyabetli olduğu anlamına geliyor. Türkiye Diyabet Cemiyeti tarafından yapılan bir açıklamada ise Türkiye genelinde diyabet görülme sıklığının yüzde 16,5 olabileceğine dikkat çekiliyor. Bu çerçevede hasta sayısının 12 milyon değil daha fazla olduğu bile söylenebilir.
Diyabet ya da şeker hastalığı “Tip 1 diyabet” ve “Tip 2 diyabet” olarak iki tipe ayrılıyor.
Tip 1 ve Tip 2 diyabet
Tip 1 diyabet daha çok çocuk ya da genç yaşta gözlenen ve bağışıklık sisteminin insülin hormonu üreten pankreas hücrelerine zarar vermesi sonucu açığa çıkan bir hastalık. Pankreas hücreleri zarar gördüğü için insülin hormonu salgılayamıyor ya da çok az salgılayabiliyor. İnsülin pankreas tarafından üretilen bir hormon.
İnsülin hormonu yiyecek ve içeceklerle vücudumuza alınan glikozun hücreler tarafından kullanılmasını sağlıyor. Glikoz en önemli şeker moleküllerinden biri. İnsülin hormonunun yokluğunda ya da yeterince üretilemediği durumlarda vücut hücreleri glikozu kullanamıyor. Bu durum ise zaman içinde çok çeşitli ve ağır seyreden sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına yol açıyor. Tip 1 diyabet hastalarının yaşamlarını devam ettirebilmeleri için dışarıdan insülin hormonu içeren ilaçları alması gerekiyor.
Tip 2 diyabette ise pankreas tarafından salgılanan insülin miktarı yetersiz olabiliyor ama daha yaygın görülen durum insülin düzeylerinin normal hatta daha fazla olması. Toplumda daha yaygın gözlenen bu durum tıpta insülin direnci olarak adlandırılıyor. İnsülin direncinde vücut hücreleri insülin hormonuna karşı duyarsızlaştığı için kandaki glikoz hücrelere giriş yapamıyor. Bir başka deyişle vücut hücreleri insülin hormonunun işlevini yerine getirmesine karşı bir direnç gösteriyor. Tip 2 diyabetin günlük diyette yapılacak düzenlemeler ve egzersiz ile kontrol altına alınabileceği ancak bazı durumlarda ilaç kullanımı gerekeceği belirtiliyor.
Her iki tip şeker hastalığı da sağlık üzerinde olumsuz etkileri olan ve hem bireysel ve hem de kamusal olarak tedavi giderleri çok yüksek hastalıklar. Şeker hastalığı gözlere, kalbe, böbreklere ve damarlara en fazla zarar veren hastalıkların başında geliyor. Hastalığın yaygınlığı ve hasta sayısında yıldan yıla görülen büyük artış nedeniyle diyabet hastalığı en ciddi halk sağlığı sorunlarından bir olarak niteleniyor.
Etkenler
Şeker hastalığı genetik ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkıyor. Genetik yatkınlık, beslenme, hareketsizlik ve toksik etkili kimyasallar diyabet hastalığının ortaya çıkışında etkili olan en önemli faktörler.
Genetik yatkınlık hastalığın mutlaka ortaya çıkacağı anlamına gelmiyor. İçinde yaşadığımız çevre ya da daha doğru bir ifade ile genlerle çevre arasındaki etkileşim hastalığın ortaya çıkışında büyük bir önem arz ediyor.
Halk sağlığı açısından çevre, insan bedenini çepeçevre saran her şey anlamına geliyor. Beslenme, solunum ve temas ile yaşadığımız çevrede bulunan çeşitli etkenleri bünyemize alıyoruz.
Beslenmek, solunum yapmak ve yaşadığımız çevre ile temas içinde olmak doğal, dahası kaçınılmaz bir durum. Doğal olmayan şey ise yaygın çevre kirliliği.
Çevre kirliliğinin diyabetle ilgisi ne?
Şeker içeriği yüksek gıdaları fazla tüketme ve hareketsiz bir yaşam tarzının zaman içinde kilo alımına yol açarak özellikle Tip 2 diyabet hastalığının ortaya çıkmasına yol açtığı biliniyor.
Ancak içinde yaşadığımız çevrede bulunabilen toksik kimyasal maddelerin de diyabet hastalığının ortaya çıkışı üzerinde etkili olduğu son yıllarda sıklıkla vurgulanan meselelerden biri. Bu bir sürpriz değil. Çevre kirliliği ile hastalıklar arasında kurulan ilişkilerin tarihi epeyce eskiye gidiyor. Ancak yeni olan şey, çevresel kirlilik etkenlerinin sayısının tarihte hiçbir dönemde olmadığı kadar fazla (on binlerce) ve bu etkenlerin yol açtığı çevre kirliliğinin de küresel ölçekte yaygınlaşmış olması.
Nasıl bir çözüme kavuşturulacağı henüz belli olmayan bu kirlilik meselesi başımızı epeyce uzun bir süre ağrıtacak.
Hava, toprak ve su varlıklarındaki toksik madde kirliliği ile gıda maddelerindeki toksik madde kalıntılarının obezite, diyabet, felç, kalp ve damar hastalıkları gibi çeşitli hastalıklar için ciddi bir risk unsuru olduğu giderek belirginlik kazanıyor.
Hava kirliliği ve diyabet
2018 yılında diyabet ile hava kirliliği arasında da bir bağlantı olduğu belirtilmişti. Çalışmada hava kirliliğinin yoğun olduğu bölgelerde yaşayan insanlarda Tip 2 diyabet hastalığı görülme riskinin daha yüksek olduğu belirtilmişti.
Geçtiğimiz Ağustos ayında yayınlanan yeni bir araştırma, hava kirliliğinin sadece diyabet değil kardiyo-metabolik hastalıkların gelişiminde rol oynayabileceğini gösteriyor. Araştırmada hava kirliliğinin sağlıksız beslenme ve hareketsizlik gibi dikkate alınması gereken bir risk faktörü olduğu belirtiliyor.
Arsenik ve diyabet
Geçtiğimiz Eylül ayında Environmental Health Perspectives dergisinde yayınlanan bir çalışmada ise arsenik maruziyeti ile Tip 2 diyabet arasında güçlü bir ilişki olduğu dile getirildi.
Bu mesele hakkında geçtiğimiz yıllar içinde yapılan çok sayıda çalışma var. Bu çalışmalarda meselenin araştırılması ve netleştirilmesi gereken çeşitli yönleri olduğu ancak arsenik maruziyetinin Tip 2 diyabet hastalığına yol açtığını dikkate almayı gerektiren kanıtlar olduğu vurgulanıyor.
Arsenik içme suları ve gıda maddeleri ile vücuda alınıyor. Kimya, tarım, madencilik, elektronik, metal ve ahşap işleme, tekstil gibi endüstriyel iş kolları arsenik içeren atıklar açığa çıkarıyor. Bu atıkların çevreye saçılması toprak ve su varlıklarında kirlenmeye yol açıyor.
Arsenik havadaki partiküllere de bağlanabilen ve solunum yolu ile de vücuda alınabilen bir toksik kimyasal. Ancak insanların arseniğe maruz kaldıkları ana kaynak içme suyu. İçme suyundaki arsenik miktarının belli bir eşik değeri aşmaması çok önemlidir.
Dünya Sağlık Örgütü bu eşik değeri bir litre su için 10 mikrogram olarak belirlemiştir. İçme sularındaki arsenik miktarının yapılacak düzenli testlerle izleme altına alınması gerekir. Ülkemizde bu mesele Sağlık Bakanlığı ile yerel yönetimlerin bünyesinde faaliyet gösteren (İSKİ, ASKİ, İZSU gibi) su ve atık su idarelerinin sorumluluk alanına girmektedir.
Hastalıklarla mücadelede temiz çevre öncelikli
Sulardaki arsenik kalıntıları şeker hastalığına yol açar şeklinde bir korkuya yol açmak istemiyorum. Bu mesele uygun yaklaşımlarla çözülebilecek bir meseledir.
Arsenik diyabet ya da bir başka hastalık için risk yaratan çevresel kirlilik etmenlerinden sadece biri. Çevresel kirleticilerin çeşitli hastalıklara yol açtığını uzun zamandır biliyoruz. Ancak tam bu noktada vurgulamam gereken bir nokta var. Hastalıkları bireysel sorunlara dönüştüren, kişisel tercihlerimizi ya da alışkanlıklarımızı düzenleyerek sağlığımızı koruyabileceğimizi öneren, bir hastalığın ortaya çıkmasına yol açan çevresel etmenleri göz ardı eden bakış açılarının taşıdığı sorunları gözden kaçırmamalıyız.
Aşırı yemek yemeye, hareketsiz bir yaşam tarzına vurgu yapan ama çevresel tahribatı, çevrenin kirletilmesini ve insanların toksik kimyasallarla kirletilmiş bir çevrede yaşama zorunluluğunu hiç dikkate almayan bir bakış açısı sorunludur.
İnsanların temiz bir çevrede yaşaması bir haktır. Bu hakkın gasp edilmesi bir suç olmanın yanı sıra bir halk sağlığı sorunudur. Çevrenin kirletilmesine yol açan faaliyetleri önlemek ya da engel olmak hastalıkların ortaya çıkmasında öncelikli sorumluluk olarak görülmelidir. (BŞ/EKN)