Bu yazının başlığını Türkiye ve Arjantin'i aynı anda düşünerek atıyorum. Bir yanda hafızama yazdığım kadarıyla Diyarbakır, diğer yanda az önce sokaklarını arşınladığım Buenos Aires. Muhakkak ki birbirinden farklı tarihsel dönüşümleri olan ülkelerden ve şehirlerden bahsediyorum. Bu nedenle mücadele biçimleri ve mücadele eden temel devrimci özneler birbirinden farklı. Dolayısıyla biriciklik arayışçılarına, modernizmin sadık inananlarına, yazıyı burada bırakmalarını tavsiye ederim. Zira, insanlık durumunun, onbinlerce kilometre ötede de olsa, benzer biçimlerde tehdit altında olduğundan bahsedeceğim. Ve bu tehdite karşı durmanın, bizi, sandığımızdan daha çok benzeştirebileceğinden. Tabii ki, ABD'li yazar James Baldwin'in dediğini hatırlayarak, “koşullar öldürücü olsa da, henüz ölmüş olmadığımızdan, umut etmek zorunda olduğumuzu” bilerek...
Buenos Aires'in (ve hatta bir şehir efsanesine göre dünyanın) en geniş caddesi olan 9 de Julio (9 Temmuz) Bulvarı işgal altında. 'Piquete' (yani yol kesme) ben bu satırları yazdığım sırada, perşembe akşamı, 30. saatini tamamladı. 'Piquete'nin tarihsel kökleri, 1990'larda neoliberal yağmaya karşı halkın "pazar"ı yavaşlatmak, mal ve hammadde akışını durdurmak üzere yolları kesmesine dayanıyor. Vahşi kapitalizmin bu ilk yıllarında, özelleştirmeler sonucu "işsiz işçi" statüsüne düşenlerin, kapitalizme küçük de olsa bir meydan okuması 'piquete'.
Kalkınma Bakanlığı'nın önünde, 'negrolar' (esmerler), 'indiolar' (yerliler), yoksullar, yani bir türlü modernleşme/kalkınma trenine binemeyen en ötekiler (hükümete göre tembeller) kamp kurdular. Bu kesimlerin bizzat yok edilmesi üzerine kurulan, Arjantin'in modernleşme projesinin mimarları, bu “kapitalist artıkların”, bugüne kadar yaşayacaklarını bile tahmin etmemiştir. Ama işte, kaderin cilvesi mi, yoksa varolmanın direnişçi ağırlığı mı, bilinmez; buradalar, varlar ve hatta talep etmekteler. Onları, hiç kapsamamış olan "Kalkınma"nın kalesinin önünde, devletten kriz karşısında ayakta ve hayatta kalabilmek adına, "gıda aciliyetini" görmesini istemekteler.
Son dönemde yükselen dolar fiyatına endekslenen finansal kriz, sadece turistlerin ya da orta sınıfın şikayet ettikleri biçimi ile banka sırasında çekilen ızdıraplar olarak yansımıyor ülkenin gerçeğine. Hayatın korkunç biçimde pahalılaşması sonucu, sayıları 2 milyona ulaşan açlık sınırında insanın yaşadıkları, krizin gerçek yüzü. Aç insanların olmayan dolarlarını çekmek gibi bir sorunları yok. "Para politikaları sadece bir ilüzyon. New Yorklu 'akbabaların' bir parmak hareketi." Bu, alta sıralananlarca böyle biliniyor Arjantin'de. Gerçek olan ise, halk kesimlerinin (clases populares) açlık ve orta sınıfın büyük bir bölümünün ise yoksulluk sınırında yaşamaya mahkum edilmesi.
Kamerunlu filozof Mbembe'nin 'Necropolitics' kitabında söz ettiği, ilk bakışta disütopya gibi görünen tezi, gerçekliğini her geçen gün hissettirmekte. İktidar/kapitalizm/dünya düzeni ayakta kalabilmek adına, artık insan hayatına kastetmekte. Zapatistalar ise, finans kapitalizminin sonuna gelindiğini ve insan kanı üzerinden beslenen bir hidra (çok başlı yılan, mitolojik figür) kapitalist döneme girdiğimizi söylüyorlar. Kısacası, en iptidai insanlık durumuna, yani yaşama, hayatın kendisine kastederek ayakta kalan bir düzen artık bahsettiğimiz. Arjantin'de "gıda", Türkiye'de ise "irade" diye haykırmakta ötekiler.
Bu karamsar resme kendisini kaptıran depresif orta-sınıfın naçizane bir mensubu olarak, 'acampe'nin (kamp kur!) kıyısından yürüyüp, kafam önümde evime varmaya çalışıyordum. En önce polis motorsikletleri ile kesilmiş koskoca bulvar ilgimi çekti. Işıklarla ilgisi dağılan çocuklar gibi, önce kafamı kaldırmam icap etti. Sonra ardı arkası kesilmeyen panzerleri ve ışıklarını gördüğümde birden farkettim: Oysa, hayatın ve direnişin hala söyleyecek sözü vardı. Krizle ülkeyi terbiye edip, para politikalarıyla gündemi bulandıranlara karşı, 2001 ruhu Arjantin'de yeniden canlanıyordu. Taban hareketleri, dört sokak boyunca ve şehrin en temel Bulvarının yarısını kapatacak biçimde, çadırlarını kurup sokağı ele geçirdiler. Bir yanda sokakta uzanıp yatanlar, bir yanda çadırlarını açanlar, öte tarafta 'mate' içenler, 'olla popular'(halk kazanları) başında duran kadınlar ve erkekler. En son gördüğüm, bulvarda futbol oynayan çocuklar ise; direnişin ruhunu, direnişteki umudu en çok hatırlatanlar oldu. Bir zamanlar, Diyarbakır'ın kuçelerinde top oynayan çocukların sesini ve sevincini hatırlattılar. Tüm katliamlara, yok saymalara ve zulme rağmen hayatta kaldığımızın ve hayatta kalacağımızın müjdecileri...
Direnişin de hafızası vardı. İşte sokağın özeti buydu. 2001 ruhu, Buenos Aires sokaklarında yeniden dolaşmaya başlamıştı. 2001'i uluslararası basına yansıdığı biçimi ile; dükkan/market yağmalamaya indirgemek, oligarkların inatla dayattığı klişenin ağına düşmek olur. 2001 denilince kastedilen; bugünkü direnişin temel taşları olan taban hareketlerinin oluşumu ve açlıkla nasıl kolektif olarak mücadele edileceğinin bilgisi. İktidar veya iktidara oynayanlar ise, kuşkusuz bambaşka bir hafıza kaydına sahipler.
Peronist (ulusalcı olduklarını unutmamakta yarar var) gelenek gereği, yoksulların babası rollerine soyunan, Frente de Todos'un başkan adayı Alberto Fernández ise, halkı yağmalama yapmaktan uzak durmaya davet ediyor. Kendisi, doların yüzü suyu hürmetine, finans sektörünü yatıştırmak için IMF ile görüşmeye dahi gitti. Cambiemos Hükümeti ise, 'acampe' 24 saatini bile doldurmadan, kolluk kuvvetlerini yığmış ve halka müdahale etmişti bile. Zaten, müdahaleyi daha önceki gelişmelere cevaben, iki hafta öncesinde, Güvenlik Bakanı Bullrich müjdelemişti. Bullrich'in bugünkü pişkinliği, Türkiye'deki pişkinleri hatırlatır düzeydeydi: "Açlarsa yemek dağıtılan yerler var". Marie-Antoinette'in ruhu şad olsun (!).
İktidar, bu resme varıncaya kadar haftalarca, televizyonda, halk kitlelerinin anlamaktan çok uzak olduğu parite, dolar rezervi, cepo, v.b. birçok para politikası açıklamaları içinde kafa karıştırmaya çalıştı. Başkan Macri, halkı, rakibine verdikleri tepki oyları nedeniyle önce suçladı. Neredeyse oyunda kaybeden bir çocuk edasıyla; "böyle oy verirseniz kriz olur" dedi. Daha sonra, başta aydınlar olmak üzere, insan hakları hareketi, taban hareketleri, alternatif medya ve birçok başka kesim, "demokrasi" ve "insan hakları" hatırlatması yaptılar. "Kurumsal şiddete" son verilmesini istediler. Aynı anda, televizyonda, risk altındaki ülkeler listesi, doları en çok googlelayan ülkeler listesi gibi listeler gösteriliyordu. Türkiye de, bu listeler sayesinde Arjantin gündemine girdi. Hatta, doları en çok googlelayan ülke olarak Arjantin'i solladı.
Ancak, finansal kader ortaklığına rağmen, muhalefet, farklı bir biçimde kendisini ifade ediyordu. Başkana, uykusuzluktan ve üzüntüden dolayı böyle konuştuğunu söyletip özür diletti bu fark. Mahçup başkan pozları bir süreliğine olsa da devam etti. Hazine Bakanı da istifa etti ve demokrasi gösterisi, bir haftaya yakın sürdü. Muhalefeten bu farklılık, hiç şüphesiz, Arjantin'in 'piquete'den sonra, dünyaca ün de kazanan siyasi buluşuydu; hafıza politikaları. Burada detaylarına giremeyeceğim kadar geniş bir konu. Şunu söylemekle yetineyim; geçmişle yüzleşen, siyasi muhalefetin, devlet terörü ile bastırılmasının yarattığı, toplumsal travmasını atlatma çabasında olan bir ülke Arjantin. Dolayısıyla, muhalefetin her daim "demokrasi" ve "insan hakları" konusunda hassasiyeti oldukça gelişkin. Darbe mekanizmasının devreye girmesini engelleyen bir "yeni akıl" gelişmiş. Eksiklikleri ve iç tartışmaları başka bir yazıya kalsın. Ancak, bu güncel tepki, bize, hafıza politikalarının muhalefet açısından sağladığı siyasi imkanları gösteriyor. Yani, adalet ve hafıza politikalarının, sadece nostaljik bir hakikati arama olmadığına işaret ediyor. Dahası, bu politikaların yerleşmişliği, hakikat peşinde olmayı her daimleştirerek, güncel siyasi toplumsal reflekslere yön veriyor. Bugün, Türkiye'de ise hafızayı, ancak, Ahmet Türk'ün BBC Türkçe tarafından yapılan belgeseli gibi kesitlerle kurabiliyoruz. Kendisi, kişisel tarihinde, bir mikrokozmos gibi, Kürtlerin Türkiye'de legal siyasetteki yerinin ve mücadelesinin tarihine işaret ediyor. Tanınmak, "insan" olarak tanınmak...
Arjantin'de ise direniş, sokakları yeniden, kendine has hafızası, şarkıları, şiirleri, halk kazanları, 'piquete'leri ve 'acampe'leri ile dayanışma eşliğinde örgütlüyor. Kendisini, iki karşıt, ama devlet aklından vazgeçmeyen güce rağmen konsolide ediyor. Zira, talep, yine; "insan" olarak tanınmak. Gitar çalan iki genç adamı dinlerken, aklımda, Lise Caddesi'ndeki Çarmar'ın önünde, direnenlere şarkı söyleyen Kürt ana var. Eni konu, birbirinden haberi bile olmadan, aynı mücadeleyi verenlerin hikayesi bu. Başta dediğim gibi, biriciklik arayanlara görünmesi zor olan bir hikaye: hayatı savunma mücadelesi.
Camerun'lu şair Alain Lawo-Sukam'ın dizeleri ile bitireyim:
"...Vadimiz, ırmağımız, hayvanlarımız,
Pırlantamız ve altınımız
Tadıyorlar leziz leziz,
Gölgesinde sefilliğimiz
Bu ne medeniyet, bu ne barbarlık!"
(DB/AS)