Çok uzak kaldığı bir yaşamın içinden geçiyordu. "Yaşam" dediği hayat yalınlıktan uzak; tiyatral bir distopyanın son perdesiydi.
Ilık ve izbe bir mevsimden sıyrılıp, yakan bir mevsimin zeminine değmişti ayakları. Yılların üşüttüğü içi, bu mekanda, yavaş yavaş normal bir ısıyla tanışacaktı. Acıyı, kederi ve sevgiyi derinden duyumsamanın eşiğindeydi. Sevinci, kaotik hüzün limanlarından geçiyordu.
Saydam ve yalın bir duyguda kendisini bulabilmek için gece gündüz yol alıyordu. Yol ilerledikçe, tarihin sararmış sayfalarında solup yok olduğunu sandığı kadim bir mekanın ana rahmine düşüyordu. Buzullardan un ufak süzülüp gelmişti. Ruhunun gözeneklerinde cam gibi buzları taşıdığı gözle görülecek kadar netti. Onun gözleriyle, gıcırdayan demir kapıları aralaması pek kolay olmayacaktı. Zira tanrısızlığın koynundan çıkıp çok tanrılı tapınaklarda, kendi içsel yolculuğundaydı. Bu nedenledirki içi içine sığmıyordu.
Kimileyin yeniden doğmuş gibiydi ve dokunsalar ağlayacak kadar hassastı. Etrafındakiler ha bire konuşurken; o, kendisi gözlemledikleri karşısında sus pustu...
Çetin bir yolculuk ertesiydi. Tırnaklarıyla oymuştu hücresinin o tek, o kör penceresini. İç odalarına ince güneş ışınları sızıyordu. Bu sızıntının mutlu olmasına yetebileceğini sanıyordu. Görünürde gözüpek ve kontrollüydü. Mecalı henüz sonlanmadan, asil direngenliği son bir hamle ile onu karşısına alıp, adeta dimdik duruyordu. Amacına ulaşmış sayılırdı!
Fakat her nedense, ürperen ruhunu hüzün kaplıyordu. Bir uzaylı gibi olup bitenleri gözlemlemlerken, dili tutuluyordu. Yanındakiler umarsızca ilerlerlerken; onun adımları fütursuzca birbirine dolaşıyordu.
Yepyeni bir dünya keşfetmiş gibiydi. Her bir ayrıntıya saatlerini ayırmak istiyordu. Oysa kırk yıl önce de buradaydı. Peki bu neyin nesiydi? Hani uzak tuttuğu sükuneti ona iyi geliyordu? Durup dururken dimağında bu merak; ruhunda kasvetli bir hüzün neden aniden hortlamıştı? Şimdi yeri ve zamanı mıydı?
Artık tanımı ve tasviri olmayan devasa duygu yığınına kapıları olabildiğince aralamıştı. O, hem buralıydı; hem de entegre olmayı başaramamış, ölçüsüz bir yabancıdan daha beter durumdaydı. Bu nasıl bir paradokstu?
Yanındakilerin bakışlarındaki endişenin arttığını sezinlemek pek zor değildi. Onu kolundan tutup gitmeye çalışmaları bir sonuç vermiyordu. Onlar "birlikte" görünseler bile, realitede bir şarkının farklı notaları gibiydiler. Zira onun gölgesi rotasız bir fırtına gibi karanlığa çarpıyordu. İçindeki her bir organ esrik ve çılgınca deviniyordu.
O, çelişkilerin odak noktası oluvermişti. Sanki; sanki ıssız bir adada terkedilmişti ve yaşam ile adapte olamayan cılız, çelimsiz bir kuş yavrusu gibiydi. Kimileyin bir fırtınaya evriliyor ve kendi fırtınasında kendi ruhuyla boğuşuyordu. Ve bundan da haz duyuyordu.
Az sonra gözleri, Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarına işleyen kanları ağlıyordu. Derin bir iç çekerek, pusudaki kurşunların bu kez kim(ler)i hedeflediğini düşünüyordu. Ayakları bir süre taş zemine yaslanıyordu. Gitmekle kalmak arasında kalmıştı kalp çarpıntısı. Kilitlenen dudakları manidar seyiriyordu...
O, yara almış tarihi milim milim solurken; soruları kendi yöneltiyor, yanıtları da yine kendi veriyordu. Kadim mekan, şaşkınlıktan başını sallıyordu! Hiç kimse, onun anlaşılırlığını anlamıyordu. Fincandaki dibek kahvesinin buharı, bilmem kaç dolgun dudağı yalıyordu. Egzotik bir tat damağında dans ederken; o, kendi kimliğini kurcalıyordu. O kapalı avlunun ortasında hem yasasız bir yargıç; hem de suçsuz bir sanıktı. Sülüklü Han’ın ortasındaki dut ağacının serinleten dalları başını okşuyordu. Ve infazına, dut ağacı dışında tanıklık eden kalmamıştı...
Sonra, Dicle kıyısındaydı. Eski bir köprünün on ayağını sayıyordu. Gözlerini Ahmed Arif’in kadim Diyar’ında; akan nehrin yeşiline banarak, yeni yeni sualler üretiyordu.
Usu daldan dala atlayan maymun gibiydi. Konuşmaları hız almıştı, fakat onu sadece içindeki karanlık duyabiliyordu. Bundan olmalı ki açlığı ve susuzluğu unutmuştu.
Hisleri nedensiz (!) allak bullak olurken; anbean proteinsiz kalan pörsümüş beyninin küçülerek yok olmamanın mücadelesini veriyordu o. Bu çok önemliydi; çünkü henüz içinde tükenmesini istemediği umuda yer vermek istiyordu.
Esasen gıcırdayan o demir kapının açılmasını umuyor ve bu nedenle coşkuyla bekliyordu. Kırılmış tırnakları, kanayan parmakları kör pencerenin taşlarını oymaya yetmese bile; bir ud sesinde, harmoniyi yakalamaya meyilliydi. Yeter ki yumuşak bir el değsindi ellerine...
Son bir çaba ile yerinden kalkmalıydı. Evet evet! Nefes aldığı sürece, beyaz bir güvercinin kör penceresinden sızan ışığı büyütme ihtimali yakın sayılırdı. Ellerini ve parmaklarını ivedilikle yokladı.
Biliyordu artık: kör pencere ve beyaz güvercin, o ellere her zamankinden daha çok muhtaçtı...
Hüznümle sarmaş dolaşken ben
Bir deftere muhtacım
Bir şaire
Henüz hiç yazılmamış şiirlerine
Tarancı gibi
Arif gibi
Odabaşı gibi olmalı şair
Hem kalbime, hem usuma dokunmalı
Bana kim olduğumu anımsatan şiirleri olmalı, diyordu içinden.
(HK/AS)