Ahmed Arif diyor ki; “Cemo Baboş, Cemo Kurban biz dağlılar gök gürültüsü ‘Gurgur Baba’ ve çığla aynı soydanız”. Tamı tamına böyle, ne bir eksik ne de fazla…
Sahiden “gurgur baba” misali gürül gürül akıp gelen şiirlerin şairi.
Üstelik konuşurken de, şiirlerini okurken de, mektuplarında da böyle. İçinden geldiği gibi, ağzını doldurduğu gibi dile gelen bir adam Ahmed Arif…
Hasretinden Prangalar Eskittim’in ilk baskısının yayınının 50. yılına bir armağan kitap Alaca Yayınları’nın ikinci kitabı olarak basılan “Cemal Süreya’ya Mektuplar”.
Cemo’ya Mektuplar’ın ilk baskısı 26 yıl önce 1992’de Kaynak yayınlarından çıkmıştı. Hayli zamandır edebiyat okurları baskısı çoktandır tükenmiş olan kitabın yeni basımını bekliyordu. Henüz, çiçeği burnunda bir yayınevi yapmış bu işi, iyi olmuş.
Okur, kalemine vurgun olduğu yazarının, edebiyatçısının “özel” hayatını didik didik etmek ister. Sanki buna hakkı da var gibisinden. Kendine ait sayar yazarını.
Ahmed Arif bu anlamda anılanlardan en başta gelenlerden. Daha dün İş Bankası Yayınlarının Diyarbakır kitabevine uğradığımda sordum! Leyla Erbil’e mektuplar 25. baskısını yapmış.
Eminim bu kitapta Ahmed Arif’in Cemal Süreya’ya Mektupları’ı da yapar. Hak ediyor.
Neden mi?
Sıradan mektuplar gibi yazılmamış da ondan.
Dönemin edebiyat, yazın, kültür sanat dünyasına neşter atıyor mektuplar.
Adeta ders verir gibi!
Bir yandan da baştan sona, iliklerine kadar edebiyat…
Cemal Süreya'ya yazdığı mektuplarından birinde; "kapak için kullanacağın fotoğrafımı öyle suratımın yarısını kapkara boyamadan, aydınlık ve alnımın olanca aklığını belirtecek şekilde klişeye vermeni isterim. Ayrıca yüzümdeki Diyarbekir Çıbanı da olduğu gibi çıkmalıdır. Kapak kompozisyonunu yapacak zata öylece talimat vermeni rica ederim" diyor, Ahmed Arif.
Çünkü olanca içtenliğiyle “Biz devrimciler ayrı bir kumaştanız. Bizim canımızdan bile aziz olan devrimci onurumuz ve namusumuzdur. Bu bahiste taviz vermektense ölmeyi yeğleriz” der. İşte suratın olanca aklığının fotoğraf karesindeki tercihinin vurgusu bu sebepledir.
Cemal Süreya 1969'da Ahmed Arif üzerine yazdığı yazıda; "Nazım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan 'büyük ve bereketli bir ırmak' gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları 'asi' dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. 'Daha deniz görmemiş' çocuklara adanmıştır. Kurdun, kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir." der.
Bu sebeple Ahmed Arif’in mektubunda; “Malum, ben öyle derin aydın değilim. İlkelim! Ama asla onursuzluğa yönelmiyecek, halkını ve hele hele misyonunu asla unutmayacak bir ilkel!” demesi bundandır.
Yaralıyken arkadaşlarına tarih özeti çıkardığı vurgusu yapılırken; 1940 kuşağı diye anılan ve “fedailer mangası” tabiri de kullanılan kuşak içinde değerlendirilmesine rağmen Ahmed Arif’in şiiri döneminin ekolünün dışındadır. Dili, kaygıları, yazdıkları diğer hiçbir şairin dizelerine benzemez. Şiirlerinde amiyane tabirle “safra” diye ifade edilebilecek tek gereksiz söz yoktur. “Maviye, maviye çalardı gözlerin” gibi bir dizeyi şiirin içine oturtmak için 17 yıl beklemiş şairdir Ahmed Arif.
Bu sebeple Cemal Süreya’ya Mektupları bir daha yeniden okurken; yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yalınayak ve ayakları yanarak yürüyen şairin dizelerinin dışında mektupları da çok anlamlı ve edebiyat tarihine ve edebiyat günlüğüne dair olarak okumak gerek!
Cemal Süreya’nın tabiriyle;
“Bir pınar gibi, bir yer altı suyu gibi, bir tipi gibi
"Dostuna yarasını gösterir gibi…”
Ne acı ki, tıpkı Leyla Erbil’in karşılık gelen mektupları gibi, Cemal Süreya’nın da Ahmed Arif’e mektupları yok.
Keşke olsaydı.
Ahmed Arif’in Cemal Süreya’ya Mektuplar’ını alın defalarca okuyun. Kitaplığınıza koyun. Kitaplığınız mahrum kalmasın…
* Ahmed Arif, Cemal Süreya’ya Mektuplar. Alaca Yayınları. 2018.