Araştırma görevlileri, 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanun'un meşhur 50/d maddesinin yarattığı baskıyı şu sıralar yine gündeme getirmeye çabalıyor.
50/d araştırma görevlilerinin sözleşmesinin senelik olarak yenilenmesini ve lisansüstü eğitimlerini öngörülen zamanda bitirmesini, kadrolarının devamı için zorunlu kılıyor. (Şu günlerde gündemde olan İTÜ'lü asistanların işten atılması durumu da buna dayandırılıyor) En çok sorun yaşanan kısmını da, doktora derecesinin elde edilmesinden sonrası oluşturuyor. Doktora teziniz jüri tarafından kabul edildikten hemen sonra kadronuz sona eriyor. Öğretim görevlisi kadrosuna geçebilmeniz için tekrar kadro istenmesi gerekiyor. Bunun için de bölümünüzün ve daha genel olarak da üniversite yönetiminin sizi "istihdam" etmeye devam etme konusunda istekli olmaları gerekiyor.
50/d maddesi, yarattığı muğlaklıkla iş güvencesini ortadan kaldıran bir madde. Elbette güvencesizlik sadece araştırma görevlileri için söz konusu olan istisnai bir durum değil. Artık güvencesizlik, belirli devlet kadroları dışında, çalışma hayatının bir normu haline gelmiş durumda. Ancak araştırma görevlileri özelinde ele alırsak güvencesizlik, pek çok ciddi sorunu da beraberinde getiriyor. Bu sorunların en önemlilerinden, en can yakıcı olanlarından bir tanesi, düşünce özgürlüğünün yolunun tıkanması.
Doktorasını bitirene kadar, hatta bitirdikten sonra da, yöneticilerle sorun yaşamamak için düşüncelerini saklayan, bölüm içi ilişkilerdeki, üniversitenin genelindeki sorunları çözmek için fikir belirtmek yerine idare etmeyi ve akademik bir omertayı* sürdürmek zorunda kalan bir akademisyen adayının, doktorasını verdikten sonra birden bire düşüncelerinde ve eylemlerinde özgürleşeceğini düşünmek hayalcilikten öteye gitmiyor.
Sözleşmesi senelik olarak yenilendiği ve doktora sonrasında kadro bulabilmesi nesnel olmayan süreçlerle belirlendiği için, pek çok araştırma görevlisi, angaryalardan mobbinge varana kadar pek çok olumsuzluk karşısında çaresiz kalıyor.
İlk olarak, araştırma görevliliğinin ne olduğu belirsiz bir unvan olduğunu ifade etmek gerekiyor. Pek çok araştırma görevlisi açısından burslu öğrenci mi yoksa fakültenin personeli mi olunduğu anlaşılması zor bir konu olarak ortada duruyor.
Araştırma görevlisi, bir taraftan devlet memuru gibi göreve başlıyor ama başka devlet kurumlarındaki memurların yaşamadığı türden bir kadrosuz, işsiz kalma tehdidi tepesinde sallanıyor. Hiçbir devlet kurumunda belirli bir süre çalıştıktan, hizmet verdikten sonra, kadronuzun devam edebilmesi, bürokratik ve keyfi işleyen bir mekanizmaya bırakılmıyor.
Tüm bu açmazlara karşılık, araştırma görevlilerinin iş güvencesi talebi ise yan gelip yatma isteği olarak değerlendiriliyor. Başka kamu kurumları ele alınırken pek de umursanmayan bu yan gelip yatma hali, üniversite söz konusu olduğunda birden bire önemsenmeye başlanıyor. Evet, akademisyenlerin güvencesizliği ve bunun getirdiği rekabet, yayın sayısında ciddi bir nicelik artışı getiriyor. Ama makalelere yapılan atıf sayısına baktığımızda, nicelik artışının nitelik artışını beraberinde getirmediği açık bir şekilde görülüyor.
Tüm bunların yanında, kadrosunu devam ettirebilmek için, bir akademisyenin yayın sayısı da yeterli olamıyor. Eş, dost kayırması sürdürülse de (ki bu durumu kanıtlamak her zaman mümkün olmadığı için bu durum da muğlak bir argümana dönüşüyor ama torpil meselesinin artık herkesin bildiği bir sır olduğunu kabul etmek gerekiyor), söylem düzeyinde, "iyi" olanların kalacağı iddiası dile getirilmeye devam ediliyor. Bu iyi olmanın kıstasları da oldukça muğlak bir biçimde belirleniyor. Söz konusu muğlaklık da, otoriter bir anlayışın yolunu açıyor. İşin vahim tarafı, kendilerini araştırma görevlileri ile meslektaş olarak göremeyen kimi öğretim görevlileri de (bu şekilde davranmayanları tenzih ederek) iktidarın dilini kullanmaktan, kimin gideceğine karar verme gücünün verdiği patronluğun keyfini sürmekten kendilerini kurtaramıyorlar. Kendileri de, özerk olmayan bir üniversite sisteminde yönetimlerin çizdiği sınırlarda sıkışıp kalan bölüm başkanı, dekan gibi alt kademedeki yöneticiler, kader birliği edeceklerini "aşağıda" ve yanında aramak yerine, yukarıdan gelen performans ideolojisiyle uzlaşmayı tercih edebiliyorlar.
Güvencesizliği meşrulaştırmanın argümanlarından bir başkası da, aynı üniversitede uzun yıllar boyunca çalışmanın kurumlara akademik olarak bir dinamizm sağlamaması olarak ortaya koyuluyor. İyi niyetli gibi görünen bu düşünceyi akademik bürokrasinin diline çevirdiğimizde aslında söylenen şu oluyor: "Sana burada kadromuz yok, tanıdığın varsa başka üniversiteye geç." Büyük üniversitelerde bile bir tam anlamıyla ekollerden söz edilemezken, buralardan ayrılan asistanların gittikleri yere bir dinamizm sağlayacağını iddia etmek de temelsiz kalıyor.
Yurtdışına gitmek ya da gitmemek
Araştırma görevlileri açısından, doktorasını Türkiye'de yapıyor olmanın da yurtdışında yapmanın da kendine has cezalandırma biçimleri bulunuyor. Ama bu sürecin, Türkiye'de yapanlar açısından başka türlü baskılar barındıran yönleri olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Son yıllarda yaygın bir eğilim olarak, sözleşmenizin üç yılda bir yenilenmesini öngören 2547 sayılı Yükseköğretim Kanun'un 33/a maddesi yalnızca yurtdışına giden asistanlara veriliyor.
Araştırma görevlilerinin ısrarla talep ettiği ama yalnızca belirli üniversitelerde ve belirli bölümlerde verilen (Örnek olarak Ankara Üniversitesi'nin vermekten kaçınmazken Hacettepe Üniversitesi'nin vermekten özenle kaçtığı) bu kadronun avantajı, doktoranızı bitirir bitirmez işsiz kalmamak oluyor. Bu madde, araştırma görevliliğinin devamı için doktoranın devam ediyor olması zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Bu nedenle siz 50/d'den istihdam edilen bir araştırma görevlisi olarak, eğer yurtdışına gitmediyseniz/gidemediyseniz, size görece daha güvenceli bir kadro olan 33/a verilmediği gibi "mesai"nin ve bölüm angaryalarının baskısını da üzerinizde hissediyorsunuz.
Yurtdışına giden arkadaşlarınız sadece tezlerini yazmaya odaklanmışken, Türkiye'de kalmış olanlardan derslerini ve yeterliliğini geçmesi, tezini yazması dışında ve yanında başka başka işler yapması da bekleniyor. Hatta yönetmeliklerle yasaklanmış olsa da, araştırma görevlileri bölümdeki hocaların derslerine girmek zorunda kalabiliyor. Bunun karşılığında hak ettiği ücret de, adına ders açılmış olan öğretim görevlisinin insafına bırakılıyor. 50/d'li bir asistan olarak güvenceli kadro istediğinizde burslu öğrenci olduğunuz söylenirken, mesele bölümün idari ve akademik işlerine gelince oranın bir çalışanı olduğunuz hatırlanıyor ve aidiyet geliştirmeniz bekleniyor. Tabii bu sırada, topun ağzında olduğunuz da usulca hatırlatılıyor.
İş güvencesi 101
İş güvencesi, kendisini performansa kaptırmış yöneticilerin söylediği gibi, yan gelip yatma isteğinin kılıfı değil. İş güvencesi, akademik üretiminizi ve öğretim faaliyetlerinizi sürdürdüğünüz müddetçe, birileri tarafından kayırılmaya, torpile ihtiyaç duymadan hak ettiğiniz kadroları elde edebilmektir.
Bu nedenle güvence, siyasi gruplara, çıkar gruplarına, üniversitelerde, bölümlerde birbiriyle rekabet eden kliklere yaslanmak zorunda olmadan var olabilmenin olanaklarını taşımaktadır. Kabul edilmek istenmese de, akademik alandaki mevcut rekabet daha iyiyi üretme rekabeti değildir. Bu durumu, atıf sayılarından da gözlemlemek mümkündür. Yazığınız bir makaleyi, kitabı diğer araştırmacıların hangi sıklıkla referans gösterdiğini anlatan atıf sayısı, Türkiye'deki yayın sayısındaki niceliksel artışa paralellik gösterememektedir.
Mevcut rekabet, hem bireylere hem de üniversiter sistemin geneline ciddi zararlar vermektedir. Güvencesizliğin doğurduğu rekabet, hem bireylerin psikolojilerine hem de bölümlerde meslektaş olarak yan yana durmaya çabalayan insanların ilişkilerine hasar vererek, dayanışabilen bir kamu olmanın gerekliliklerini de ortadan kaldırmaktadır. Rekabetin doğurduğu baskılar, niteliği önemsemeyen, daha büyük sorunlar üzerine fikir üretmeye çabalarken, yan odasındaki arkadaşının ve hatta öğrencisinin sorunlarından habersiz bir akademisyen tipini de beraberinde getirmektedir.
Tablonun geneline baktığımızda ise, yukarıdan aşağıya ilişkilerle otoriter biçimde şekillenen bir üniversite sistemi söz konusudur ve bu sistem de, her otoriter sistemde olduğu gibi aşağıdakine güvensizlik üzerinden kurulmaktadır. En aşağıda, güvence verilirse araştırma görevlisi yatar düşüncesi, en yukarıda ise üniversiteler kendi rektörlerinin kim olacağına karar veremez güvensizliği bulunmaktadır. Bu nedenle de, aşağıdan yukarıya kadar, kadrosunu korumak ve devam ettirmek isteyen her birey, akademik bir omertanın bir ortağı haline gelmektedir. Güvencesizlik, ne kadar kenara itilirse itilsin, üniversite sistemi açısından tali bir konu değildir. Üniversite açısından iş güvencesi, araştırma görevlisi ile bölüm başkanları ve dekanlar arasındaki ilişkinin patron-çalışan ilişkisinden daha demokrat bir biçimde kurulabilmesinin ön koşullarından bir tanesidir.
* Omerta: Mafya örgütlenmelerinde "suskunluk yasası".
** Ozan Çavdar, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi