"Geçmiş kuşakların geleneği, yaşayanların üzerine bir kabus gibi çöker" (Karl Marx)
Erivan'ın her yerinden Ararat görünüyor. Ermeni kimliğinin en önemli sembollerinden biri olduğunu öğrendiğim bu görkemli dağ, "siyasi coğrafya" açısından Türkiye toprakları içinde.
Bize, o dağa "Ağrı" dememiz öğretilir; zirvesinin hep karlı ya da "ağarmış" olmasından belki; belki de eteklerinde yaşanmış gerçek bir 'ağrı'nın, sancının anısına... Erivan, geniş kaldırımları, parkları ve mimarisi ile tipik bir Sovyet kenti izlenimi verirken, belki de yaz mevsimi nedeniyle bir Akdeniz kıyı kenti kadar canlı ve hayat dolu.
Erivanlılar caz dinliyorlar; akşamları Cumhuriyet Meydanı'nda toplanıp ışıklandırılmış fıskiyelerin klasik müzik eşliğindeki dansını izlemeyi seviyorlar. Benzetme yapmak gerekirse, insanlarının görünümü ve hayat tarzı itibarıyla İzmir'den farkı yok Erivan'ın.
Bu ziyarete kadar, Anadolu kökenli Ermenilerin çoğunlukla "diaspora" tabir edilen gruplar olarak Avrupa, Kuzey Amerika ve Orta Doğu'nun birkaç ülkesinde yaşadıklarını düşünüyordum.
Oysa bugünkü Ermenistan nüfusunun %40 kadarı Doğu Anadolu ("sakıncalı" bir ifadeyle Batı Ermenistan) ve Adana civarı (sakıncalı adıyla Klikya) kökenli. Ayrıca, Sovyetler Birliği'nin çöküşü sonrasında Avrupa ve Amerika'dan da göç almış bugünkü Ermenistan.
"Medz Yeghern"in Ermeni kimliği için kurucu önemi, nüfusun bu Anadolu köken bileşeni ile sınırlı değil. Öğrendim ki Ermeni olmak, coğrafi köken gözetmeksizin bu kolektif travmanın hafıza izlerini taşımak anlamına geliyor.
Erivan'a, Ermenistanlı gazetecilerle toplum, siyaset ve medya başlıklı üç günlük bir seminer programı için gittim. Yaptığım sunumlar, Türkiye üzerine haber yapan bir grup gazeteciyi ülkenin toplumsal ve siyasal yapısı hakkında bilgilendirme amaçlıydı. Ama "Türkiyeli uzman" sıfatıyla havaalanına ayak bastığım andan itibaren işlerin bununla sınırlı olmayacağını anladım.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve dış ilişkiler uzmanı Dr. Behlül Özkan'la birlikte beni de seminer aralarında soru yağmuruna tutmaya başladıklarında farkına vardım ki bu gazeteciler yalnızca bilgilenmeye değil haber çıkarmaya da gelmişlerdi, ve bizi önemsiyorlardı. O kadar ki, Soykırım Müzesi'ne yaptığım ziyaret nedeniyle aynı gün benden önce müzeyi gezmiş olan Gerard Depardieu ile yanyana haber oldum.
Dr. Özkan'a yöneltilen sorular Karabağ/Azerbaycan sorunu ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde son dönemdeki iyileşme üzerinde yoğunlaşıyordu. Bana yöneltilen sorularsa "soykırım" sözüyle başlayıp yakın tarihin "sakıncalı" sularına doğru açılıyordu. Belli ki bizim nezdimizde Türkiye devleti ve toplumuyla bir şeyleri tartışmaktı amaç. Bu sorularla karşılaştıkça ne devleti ne de toplumu temsilen orada olmadığımı tekrar ve tekrar hatırlatma gereği duydum; ama bu tartışmadan kaçınmak imkansızdı.
Her günün ertesinde Ermenistan basınında manşet, televizyonların ana bülteninde haber olduğumuzu gördüğümde bu tartışmanın ne kadar önem taşıdığını da anladım. Ama haber başlıkları ve aktarmalar önemli yanlışlar içeriyordu. Örneğin bir başlık benim ağzımdan "Ankara soykırımı tanımalı" derken bir başka haberin içeriğinde yine benim ağzımdan "Türkiye'deki azınlıkların yeterince hakları mevcut daha fazlasına gerek yok" beyanı yazılıyordu. Oysa daha ziyaretin başında "g-word" olarak kodladığımız "soykırım" kelimesini kullanmaktan özenle kaçınmak bir yana, Ankara'ya Erivan'dan bir çağrı yapacak yetkiyi de kendimde hiç görmediğimden eminim. Bu hassasiyet bir yanda dururken "azınlıklara hak verilmemesi gerektiği"ni düşünmem için şizofrenik bölünme yaşıyor olmam gerekiyordu.
En fazla sorulan soru, "Türkiye toplumu Ermenistan'la ilişkiler ve Ermeni soykırımı konularında ne düşünüyor?" oldu. Bu soruya, "sözde soykırım konuşulamaz; konuşulması teklif dahi edilemez" türü milli reflekslerimizle karşılık vermek yerine, sivil toplum düzeyinde değişmekte olan mantaliteleri aktardım.
Hrant Dink cinayetine karşı dile getirilen tepkilerin, onun cenazesinde yüz bin kişinin "Hepimiz Ermeniyiz" sloganlarıyla yürümesinin anlamlı bir dönüm noktası teşkil ettiğini belirttim. "Özür Diliyoruz" kampanyasının 30 bin katılımcıya ulaşmasını ve bu yıl 24 Nisan günü ilk kez İstanbul'da bir anma eylemi yapılmış olmasını bu değişim çerçevesindeki gelişmeler olarak aktardım.
Bir gazeteci, "peki, siz bu eylemlere ve kampanyaya katıldınız mı?" diye sordu, ve "evet" diye yanıtladım. Ertesi gün bir haber başlığı şöyleydi: "Türk profesör, 'Ermenilerden özür diliyorum' dedi!" Önemsenmek gurur okşayıcı iken sarfedilen sözlerin yer yer aşırıya varan anlam kaymaları içinde anlaşılması/aktarılması moral bozucu bir sorundu.
Her günün ertesinde, haber ve manşetleriyle ilgili bu düşüncelerimi katılımcı gazetecilere aktardım ama çok yararı olmadı.
Belki de bu 'kalem sürçmeleri', Ararat'ın bu yanında aynı tarihsel trajedi hakkında yüz yıla yakın sürmekte olan sessizliğe ve 'dil sürçmeleri'ne Ararat'ın öte yanından verilmiş bilinçdışı bir yanıttı.
Ararat'ın öte yanında çoğu zamanımı Atom Egoyan'ın Ararat filminin karakterlerini anarak geçirdim. Biri filmin içindeki filmde Türk Paşası rolünü oynayan ve gerçek hayatında da sanki o zalim paşanın torunuymuş gibi davranıp düşünen Türk aktör (Ali), diğeri tehciri bir çocuk olarak yaşamış ressam Arshile Gorki uzmanı Ani.
Her iki karakter de tam zıt kutuplardan aynı travmatik mirasın yükü altında biçimlenmişti. Ama galiba en çok karşılaştığım insanlar, filmdeki iki üvey kardeş, üçüncü kuşağı temsil eden Celia ve Rafi idi.
Ararat'ın bir sahnesinde Ali, Rafi'ye şöyle diyordu: "Geçmişte ne olmuşsa olmuş, artık geleceğe bakalım". Ararat'ın bu yakasında milyonlarca Ali, bir kolektif trajediyi her görüldüğü yerde önüne bir "sözde" eki getirmeyi ve sistematik olarak inkar etmeyi öğrenerek büyütülüyor. Bastırılmış, inkar edilmiş, dışlanmış olan o sözcük - "Ermeni" - ancak küfür ya da şaka cümleleri içinde dile geri dönebiliyor.
Bu kadarı bile Türk kimliğinin bilinçdışının dil sürçmesi, semptomu olarak ele alınmayı gerektiriyor. Ali geleceğe bakalım diyor ama ileriye atmaya çalıştığı her adımda bu kolektif hayaletin omuzlarına çökmüş yükü onu geri sürüklemeye devam edecek.
Ararat'ın öte yanında ise Egoyan'ın genç Rafi'si ve Celia'sı gibi, bir tarihsel travmanın yarası üzerinden kurulmuş bir kimliğin temsilcileri var. Kolektif olarak fiziken ve ruhen yaralanmış eski kuşaklar için bastırmak, yani unutmak ve olmamış gibi davranmak mümkün olmadığı için travmanın acısı unutmanın aksine fazlasıyla konuşulmuş; sonraki kuşaklara sürekli aktarılmış.
Üzerinden yüze yakın yıl geçmiş olsa da yaşanmış travmanın yarası tazeliğini koruyor; genç kuşakları biçimlendiriyor. O kadar ki, toplumu bir arada tutan temel bağın bu kolektif travmanın yarası, anısı ve hafıza izleri olduğu söylenebilir.
Ararat'ın öte yanında nice Ani'ler, nice Celia ve Rafi'lere nice Gorki'nin acılarını aktarmayı sürdürüyorlar. Celia'nın "Gorki ve Annesi" tablosuna saldırısı, anneyle - Ani'yle - hesaplaşmak kadar bu mirasın ağırlığı karşısındaki çaresizliğin manifestosu olarak da okunabilir.
Celia'nın çözümü, yani tarihsel mirasa saldırmak, ya da travmayı travmayla örtme çabası tabii ki çözüm değil. Ali'nin geleceğe bakma arzusu kadar çaresiz, çözüm olmayan bir çözüm.
Ararat'ın bu yakasındaki insanların tarih karşısındaki en çaresiz konum olan inkarın semptomlarıyla kuşatılmışlığı ve bu inkarın içerdiği şiddet hepimizin malumu; Ararat'ın öte yanında ise bir tarihsel travmaya fazlasıyla referanslı bir toplumsal kimliğin ağırlığı fazlasıyla hissediliyor.
Ararat filminden çıkardığım sonuç şuydu: Ali ile Rafi ve Celia yüzyüze bakmadıkları, birbirlerini dinlemedikleri sürece, kendi başlarına sürekli yeniden ürettikleri çözümsüzlükler içinde bocalamayı sürdürecekler. Çünkü halihazırdaki durumun sorumlusu olan derin yarayı sağaltmaya ne bir tarafın ne de ötekinin tek taraflı çabaları muktedir.
Öyle görünüyor ki, ne kadar şiddetle inkar etseler de birbirini bu denli çağrıştıran bu iki halkın yanyana gelmeleri, yüzyüze bakmaları şart. Bu bakışın önkoşulu ise, kimliğini unutmak değil ama bütün varlığını verili kolektif kimlikler üzerinden algılama ve tanımlama düzeyini aşabilmek olsa gerek.
Erivan'da geçirdiğim günler boyunca, Marx'ın deyişiyle "geçmiş kuşakların geleneğinin bir kabus gibi üzerimize çöktüğünü" sürekli hissettim. Ama Türkiye'dekinden farklı olarak Ermenilerin bizim vicdanlarımızla konuşmak, geçmiş kuşaklarımızın onların ruhunda açmış olduğuna inandıkları kolektif yarayı bize göstermek yoluyla bu kabustan uyanma arzusu içinde olduklarını gördüm. Peki ya biz, bu çağrı karşısında duyularımızın ve vicdanımızın kapılarını daha ne kadar kapalı tutacağız? "Sözde" önekine sığınarak, Ararat'ın 'ağrı'sı omuzlarımızda yaşamayı daha ne kadar sürdüreceğiz? (ZY/EÖ)