İstediğim tek şey hürriyet
Öğretmen olup öğretme hürriyeti
Doktor olup şifalandırma hürriyeti
Dost olup halkımın dediklerini dinleme hürriyeti
İstediğim tek şey hürriyet
Zamanın ve mekânın kaybolduğu bir labirentten sesleniyor Arakanlı Kalam.
Soyadının mühim olmadığını, bazen var olup olmadığını bile sorgular hale geldiğini ifade ediyor.
“Sesimi duyabiliyor musunuz?”
Dünyanın en büyük mülteci kampının dışına çıkması yasaklanan, pasaportsuz, milliyetsiz, vatansız vatandaşlar.
Aralarında mazide kalmış hatıralarının canlı hortlakları.
Hayallerin beklemeye alındığı, hatta buharlaştığı, ebedî göçebeliğin bir hayalet gibi insanın varlığını kuşattığı bir karabasan.
“Özgür olsam acaba delirir miyim?”
Myanmar’daki milliyetçi Budistler’le Müslüman azınlık arasındaki gerginlik 2017 yılında her zamanki eşiğini aşmış, ordunun da fanatiklere destek vermesiyle Müslüman halk katliamla karşı karşıya kalmıştı. Canlarını zar zor kurtaranların büyük kısmı Bangladeş’e sığınmış ve günümüzde 700 bini aşan bir nüfusa sahip Kutupalong mülteci kampına kapatılmıştı.
Dönüşü olmayan göçebelik: Bir Rohingya hikâyesi (Errance sans retour/Wandering, A Rohingya story) başlıklı belgesel seyirciyi kasvetli olduğu kadar dinamik bir evrene taşıyor: Yorgun ruhları zapt etmiş ümitsizliğin yanında çocukların bitmez tükenmez yaşam enerjisiyle bezenmiş estetik bir yolculuk.
Olivier Higgins ve Mélanie Carrier imzasını taşıyan 2020 Kanada yapımı film 88 dakika boyunca mültecilerle empati kurma imkânları sunuyor. Dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Quebec City Film Festivalinde seyirci ödülü kazanan görülesi sinema eseri Uluslararası Akadya Frankofon Sinema Festivalinde de En İyi Belgesel ödülünün sahibi oldu.
Yönetmenler dünyanın gündeminden düşmüş olan Rohingyalar/Arakanlılar’ın trajedisini hatırlatma misyonunu yüksek seviyedeki bir anlatım diliyle kotarıp coğrafyamızdaki benzer dinamiklerle paralellikleri de bir kez daha görmemizi sağlıyor.
Mültecileri kamplara tıkmak yetmez!
Bölgeyi gayet iyi bilen belgesel fotoğrafçı Renaud Philippe’in verdiği ilhamla yola koyulmuş iki sinemacı yanlarına kampta yaşayan Arakanlı çevirmen ve şair Kalam’ı da aldıktan sonra birkaç hafta sürecek maceralarına atılmışlar. Muson yağmurları yüzünden kampın zaten fazlasıyla zor olan şartları katmerlenmiş, teknik açıdan meşakkatli dinamiklerle yüzleşilmek zorunda kalınmış.
Aralarında bazıları canından bezmiş mülteciler olmak üzere film ekibini Arakanlılar’la buluşturup yüz yüze görüştüren becerikli Karam olmuş, çevirmenlik görevini üstlenmiş; şiirleriyle belgesele büyük katkıda bulunduğu gibi gerektiği zaman filmin teknik ekibine bile dahil olmuş.
Sonuçta ortaya çıkan, saz, bambu ağacı ve plastikten ibaret, üflesen yıkılacak binlerce barakadan müteşekkil, karınca yuvasını andıran devasa mülteci kampının hayli dramatik sureti.
Özenle kotarılmış sinematografi ve kurgu bir yana, filmin estetik yapısı seyirciyi ister istemez hipnotize edip büyülüyor; Arakanlı mültecilere kıyasla gayet konforlu olan yaşamlarımızdan şikâyet etmenin ne kadar şımarıkça olduğu gözümüze sokuluyor.
Gezegeni sarmış sansasyonel haber pornografisinin yetişilmesi zor ritminde Mynmar Müslümanları’nın akibeti unutulmuş, birkaç meydan okuma lafından ibaret çıkışmaların etkisi çoktan geçmiş gibi sanki!
Kutupalong’daki mülteciler yıllardan beri gittikçe kötüleşen şartlara talim ediyor, mahpus gibi yaşadıkları ilkel kampta gelecekle ilgili ümitleri gün geçtikçe azalıyor. Yalnız Mynamar’daki zulüm yılları değil, kampta yaşananlarla birlikte içlerinde insanlık namına ne kaldıysa, geriye dönüşün pek mümkün olmadığı gözlemleniyor.
Cehennemde mutluluk kıvılcımları
Yorgun düşmüş, hem ergen oğlu hem de kocası hasta bir kadın, “Acımı paylaşmak bana fayda etmiyor; acılarımı kendime saklar oldum” diyor. Hâlâ sorumluluk sahibi gibi hissettiğinden olsa gerek, sık sık aklına gelen intihardan vazgeçtiğini de öğreniyoruz.
“Gündüzleri iyi de, geceleri çok korkuyorum, kâbuslarımda iri yarı ve kapkara bir hayalet mütemadiyen karşıma çıkıyor; fakat aileme söylemiyorum, yoksa beni iyileştirmek için şamana götürürler” diyor ergen oğlan.
Kampta neşe saçan bir tek çocuklar var. Genelde dere kenarında, hatta derenin içinde çıplak ayakla çamura bata çıka futbol oynarlarken keyiflerine diyecek yok. Fakat aileler çocukları için tedirgin oluyorlar. Ne de olsa kampın içinden her hafta bir daha bulunmamak üzere çocuklar kayboluyor. İnsan trafiğinin oralarda artık olağan kabul edildiğini öğreniyoruz.
Bazı çocuklar ise fazlasıyla iptidai uçurtmalarla vakit geçiriyor; havalanmış uçurtma oralardan kaçıp gitme arzusunun metaforuna dönüşüyor.
Nispeten daha büyük erkek çocukları cep telefonlarından vurdulu kırdılı Bollywood filmleri izledikleri gibi coşkun koreografilere uygun olarak dans figürleri de döktürüyorlar.
Derme çatma bir sınıfta İngilizce öğrenmeye çalıştıkları anlar da olağanüstü.
Savaşın çocuklarda bıraktığı izleri çizimlerine aktarma yoğunluğu vaziyetin ne kadar vahim olduğunu bir kez daha ispatlıyor.
Filmin çarpıcı sekansları arasında erzak dağıtıldığı zaman insanların karneleriyle uzun kuyruklar oluşturduğu anlar, barakaların tahayyül edilebilecek en yüksek seviyedeki yoksulluk ve imkânsızlıklarında yemek pişiren veyahut bulaşık yıkayan kadınların hali var.
Açık hava berberi ve şemsiye tamircisi de unutulmamalı.
Soykırımla yüzleşmek
Film boyunca bize eşlik eden Karam’ın şiirlerinde tabii ki aşka, sevgiye de yer var; yola devam edebilmek için gereken itici gücü sağlayan o ne de olsa!
Fakat kampta mazi kolay kolay unutulmuyor, çünkü insanların hayalleri ve gelecekle ilgili ümitleri ellerinden alınmış.
Bir mülteci, Myanmar’daki köyünün tepesinde dört beş helikopterin dolaşıp evleri ateşe verdiğini hatırlıyor. Kaçmak üzere yola koyulan insanların öldürüldüğünü, bazılarının işkenceye tabi tutulduğunu aktarıyor. Askerlerin kadınlara tecavüz ettiğini, bedenlerini kesip yaktıklarını, çocukların nehre atıldığını söylüyor.
“Ailemden 20 kişi öldü, şimdi yapayalnızım” diyor mülteci bir kadın.
Film bitmeye yakın kamera yükseliyor; Kutupalong’a gökten bakmamızı sağlayan korkutucu bir sekans. Bir zamanlar yemyeşil olduğu belli alanlar şimdi bitmez tükenmez bir baraka dokusuyla kaplı. Yalnız kampta değil, çevresinde de yaşamak hem zor hem de riskli. Kutupalong’da sık sık yangınlar çıkıyor, günümüzde COVID-19 büyük tehlike oluşturuyor, ikide bir elektrik ve internet kesintileri oluyor; ayrıca kasırga tehdidi sürüyor, muson yağmurları eğreti yapıların her an çökme ihtimalini artırıyor. Kamp sakinlerinin bir adaya kapatılma planı mültecilerin durumunu iyice zorlaştıracak ihtimallerden biri olmayı sürdürüyor.
Yönetmenler yine de seyirciyi daha fazla karamsarlığa sevk etmeden uğurlamak istiyor gibi. Filmin sonunda beşikteki şirin mi şirin bir bebeğe uzun uzun bakarken şefkat ve ümitle dolmamak ne mümkün!
Yoksa yeryüzünün geldiği hal göz önüne alındığında optimist olmak imkânsız mı?
Soykırımlar inkâr edildiği sürece yenilerinin önü açılmıyor mu?
Yorum yine bilge Kalam’dan geliyor:
Çocuklarımız bu acıyı daha ne kadar taşıyacak?
Bu yalnız bizim başımıza gelmedi, tüm insanlığın başına geldi…
Sırada kim var?
(MT/AS)