Belki biraz sert yorum olarak algılanabilir, ancak bugün İsrail'in saldırgan politikasıyla Filistin otonomisinin sona erdirilmesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) dış politikası açısından Orta Doğu'da izlediği politikalarının bir parçası olarak hep gündemdedir.
Eğer ABD'nin böylesi bir politikası olmasaydı, ABD hükümetinin Orta Doğu arabulucusu Anthony Zinni bölgedeki son misyonunda Yaser Arafat'ın hareket alanını hemen hemen sıfırlayan ve Filistin halkı açısından kabul edilemez seçenekleri sunar mıydı?
Arafat'ın seçenekleri
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Arafat'ın önüne konulan seçenekler şunlardı:
Çoktan yitirdiği gücüyle İntifadayı durdurmak, Şaron'un egemenliğine boyun eğmek ve kendi siyasi sonunu hazırlamak; ya da kapitülasyonu reddetmek ve çoktan hazırlanmış siyasi son'unun İsrail tarafından üstlenmesini beklemek...
Bu karar aşamasında bir faktör çok önemliydi: Arap Birliği'nin Beyrut'taki Zirvesi'ne katılan ülkeler, Suudi Arabistan Prensi Abdullah'ın projesini mi, yoksa Arafat'ı mı destekleyeceklerdi?
Kesin olan bir şey vardı ki, o da Suudi Arabistan'ın, İsrail'i, 1967 öncesi sınırlarına geri çekildiği takdirde tanıma girişimiydi. Bu girişim, Arap ülkeleri açısından Yahudi devletiyle stratejik bir dengeyi içermektedir.
Ancak bu girişim, Arafat'ın varlığının tehdit edilmesini ortadan kaldırmaya ve FKÖ liderinin ayakta kalmasına fazla destek sunmamaktadır. Bilinmektedir ki, İsrail bugün ne 1967 öncesi sınırlarına geri çekilmek arzusunda, ne de bölgede bir Filistin Devleti'ni kabullenme durumundadır.
Dağılım eşitliği
Bu anlamda Prens Abdullah'ın girişimi olsa olsa bir dağılım eşitliği içermektedir - bu eşitliğin Şaron için anlamı siyasi bir sembol olurken, Arafat açısından ise reel politikayı kabullenmektir.
Ayrıca Suudi Arabistan planında, Temmuz 2000 de Camp David'de, dönemin ABD başkanı Bill Clinton, İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Arafat arasında yapılan barış görüşmesinin sonuçlanamamasının nedeni olan iki temel anlayış bir kenara atılıyor.
Bunlardan birisi, 1948 yılında İsrail devletinin kurulma aşamasında sürgüne zorlanan yaklaşık 700.000 Filistinlinin Birleşmiş Milletler'in 194 sayılı kararına göre, yeniden bölgelerine geri dönme hakları. Bu karar, Prens Abdullah'ın planında "sürgün sorununun insani çözümü" biçiminde yuvarlak sözcüklerle tanımlanıyor.
Abdullah'ın planında göz ardı edilen ikinci temel nokta ise, bu zorunlu göç ile beraber ortadan kaldırılan mülkiyet hakları. Bu mülkiyet hakları, 1949 yılında İngiliz, Fransız ve Türk ortak komisyonu tarafından 1,124 Milyar İngiliz Sterlini olarak belirlenmişti.
Arap "kardeşlerin" sunduklarından fazlası
Bu durumda Arap Zirvesi Filistinlilerin pozisyonlarını kırpmıştır, çünkü Arap devletlerinin çıkarları Filistinlilerin çıkarlarıyla fazla çakışmamaktadır. Arafat, Arap "kardeşlerinin" sunduklarından çok daha fazlasına gereksinim duyuyor.
Arafat ve Filistin halkı, kesin ve net bir desteğe ihtiyaç duyarlarken, tam tersine zirve sonunda bir kez daha bir ikilemle karşı karşıya bırakıldılar: ya İntifada ile birlikte Son'a yürümek, ya da gözü dönmüş Şaron'un dikte ettiği bir otonomiyi kabul etmek.
Görünen o ki, Arap dünyası gelişmeleri dikkatle izliyor. Ayrıca, İsrail planına göre düşünülen "Filistinlilerin Devleti" Araplara göre Arafat'dan çok ileri tarihlerdeki siyasetçilerin görevi olabilir.
Arafat'ın Ramallah'da tutsak edilmesi, kimi Arap devlet adamının gözünde, Arafat'ın olası bir Filistin devletinin başkanlığına aday olmasını da sorgular gibi...
Arap Zirvesi'nde Lübnan Cumhurbaşkanı Emile Lahoud, Arafat'ın konuşmasını Ramallah'dan naklen yayınlanmasına karşı çıkınca, Filistinlilerin aşağılanması doruğa ulaşmıştı.
Amman ve Beyrut sürgünleri
Zirve'de egemen olan bu anlayış, Şaron'un saldırı ve terör politikaları karşısında, tüm dünyada bir soruyu gündeme getirdi: Filistin halkının yaşam kavgası, Arap ülkelerinde hala herhangi bir rahatsızlık ve duyarlılık yaratmıyor mu?
Rahatsızlık yaratmadığına göre, gelinen noktada Arafat sembolik olarak, Arap "kardeşleri" tarafından üçüncü ve belki de son kez sürgüne gönderildi - ya da İsrail karşısında bir kez daha yalnızlığa mahkum edildi...
Ancak, 1970'de Amman'dan ve 1982'de Beyrut'tan kitlesel sürgünden sonra, bugün Arafat'ın geleceği sadece İsrail'in takdirine bırakılmıştır. 1970 yılında tarihe "Kara Eylül" olarak geçen Filistinlilerin Amman'dan sürgününde, Ürdün Kralı Hüseyin, Filistinlilerin kamp kurduğu başkentinde kendi egemenliğinin tehdit altında kaldığından yola çıkarak, sürgüne onay hatta destek vermişti.
1982 Haziran ayında ise, Suriye devlet başkanı Hafız Esat baş düşmanı olarak ilan ettiği Arafat'ı, Amman sonrası yerleştiği Beyrut'tan sürgüne göndermişti.
Bu iki sürgünden sonra, Arafat'ın yeni sürgün mekanı 12 yıl boyunca Tunus olmuştu. Bu sürgünden kendisini 1988 yılında, Kahire, Amman, Riyad ya da Şam'daki Arap kardeşleri değil, Filistin İntifada hareketi ve barış yanlısı İsrail başbakanı Yitzak Rabin kurtarmıştı.
Arap lobisi yok
1 Temmuz 1994 tarihinde büyük bir coşkuyla Arafat otonomi bölgelerinde gövde gösterisi yapmış olsa da, geleceği belirginleşmemişti. Geçmişte, Güney Afrika'nın Apartheit rejimine karşı Afrika Ulusal Konsey'inin (ANC) mücadelesini destekleyen Afrika Birliği ülkelerinin onlarca yıl sürdürdükleri bu desteğin sadece bir gününü Arap dünyası Filistin halkından esirgemektedir.
Filistin halkı, Arap halklarının kanayan yarası olsa da, Arafat'ın dayanabileceği bir Arap lobisi ortada yok. Arap elitleri, böylesi bir lobinin temeli olabilecek birlikten oldukça uzaklar, çünkü böylesi bir girişim, ABD'den önüne geçilemeyen bir kopmaya yol açacaktır.
Arap ülkeleri için, ABD'den kopmayı göze almak demek, "Irak Derslerini" göze almak demektir. Bu nedenle tek kutuplu bir dünya, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek, Filistin halkını savaş ve reel politika alanında kurban etmektedir...
Ve... Tek kutuplu dünya politikalarının bu uygarlık dışı biçimlenişini, Birleşmiş Milletler çaresiz görünümüyle ve Avrupa Birliği politikasızlığıyla garip bir şekilde sessiz ve edilgen kalarak desteklemeye devam ediyorlar...(HO/NM)