Dönem Ruhu denilen atmosfer, sanat dünyasında benzer eserlerin ortaya çıkmasıyla kendisini bugünlerde 'karanlık' olarak gösteriyor ne yazık ki! İki değerli ve nadide kadın yönetmenin kadın karakterleri aynı yıl sinema salonlarında doğurdukları bebeklerden kaçtılar...
Yeşim Ustaoğlu'nun "Araf"taki Zehra'sı ve Pelin Esmer'in "Gözetleme Kulesi'ndeki Seher'i farklı sebeplerden de olsa karınlarındaki bebekler adeta suç aletiymiş gibi onlardan kurtulmaya çalışırlar. Tarzları ve dert edindikleri meseleler birbirinden hayli farklı da olsa, hatta ikisinin yarattıkları karakterler yan yana konulunca benzerlik kurmak zorlaşsa da eylemlerin tuhaf kesişmesi iç karartarak birbirini hatırlatıyor.
Acaba iki yönetmenin, bambaşka karakterlerde aynı tutumu sergilemesi bir tesadüf mü?
Bu tesadüfe sebep olan toplumsal bilinçaltımız da ne gibi karanlıklar, kaskatı normlar, insafsız kurallar, ahlak kuralları kisvesinde ne acımasız yaptırımlar var?
Atmosfer ve temanın da birbirine bu kadar yakın olması ve rastlantının böylesi benzer bir zehirlenmeye işaret eder mi?
Aynı havayı soluyup, aynı topraklardan beslenince ya da zehirlenince Seherler ve Zehralar benzeşmesine tesadüf denilebilir mi?
Tesadüflerin de bir nedeni olabilir mi?
Seher ensest ilişkiyle, Zehra ise duru ve samimi bir aşkla 'kirlenirler'. Temizlenmek için saklanmaya, yok olmaya, kendi varlıklarını gölgeleyerek unutturmaya çabalarlar. Bedenleri kendilerine inat edercesine büyürken, görünmez olma savaşı da mecburen büyüdükçe büyür. Bastıramadıkları sancıların küçük çığlıkları, adeta dil sürçmesiyle ağızdan kaçan itiraflar kadar sert ve gerçektir. Ancak çare olarak uzanabilecek bir yardım eli yoktur, olamaz. Zaten çare diye bilinen emniyetli ellere teslim oldukları için kıstırılırlar, susturulurlar, suçlanırlar. Seher'in "sizin emniyetiniz ... beni!" haykırışını annesi duymak istemez ve ustalıkla duymaz. Her iki karakterde sessizce kanarlar ve kanadıkça rahatlarlar sanki. Çünkü bu kanamalar doğumun ve ölümün başlangıç müjdecisidir. Doğmadan öldüremedikleri özleri ve kökleri önce kendilerinden sökmeleri gerekir. Her iki kadın da ölüm doğururlar ve elbette ölüme sevinilmez. İşte bu yüzden sessiz, gizli, yaşsız ve kuru kuru ağlarlar, hatta ağlamaktan ve var olmanın dayanılmaz ağırlığından utanırlar, ezilirler, suçlarını bilirler.
Vücutları kaçılamayan olay mahalline, bebekler ise suç aletlerine dönüşür. Kendi bebeklerinden kaçarak var olmak zorundadırlar. Sonra ötekileşen bedenlerini ve bebeklerini taşlara, tuvaletlere, ilkel bir dünyaya doğurarak öldürür ve aslında ölürler. Seher ve Zehra'nın yeniden doğmaları yani yarım yamalak kurtuluşları ise ne yazık ki erkek karakterlerin onları sahiplenmeleriyle sağlanır üstelik... Bu zaten hep beklediğimiz bir tesadüftür! Ancak tesadüflere çok güvenilemez ve sıklıkla karşılaşılan tesadüfler beklentiye dönüşebilir.
Sonuçta başta sorulan soruya dönersek iki yönetmenin filmindeki bu benzerlikler tesadüf müdür? Bu ne tesadüftür böyle? Tesadüf nedir?
Bu iki film bağlamında tesadüfe giden yol şöyle açıklanabilir belki; Annelik gibi çok yüceltilen bir değerin, aslında normlar ve yasalar eşliğinde gelişmediğinde en büyük suça dönüştürülmesine "sistem" denilebilir. Bebeği, köklerine ve özüne bulaşan bir mikrop gibi vücudundan atmak zorunda kalmak ise "namus"tur bazılarına göre... Sonra doğurduğu çocuğu atmak zorunda kalanlara sayıp sövmek "insanlık" olarak tanımlanabilir rahatça.
Sistemin insanlık ve namus anlayışı nedenleriyle, böylesi tesadüfler hem gerçek hayatta hem de filmlerde bolca olabilir "doğal olarak". İki muhteşem yönetmenin bebeklerinden kaçan kadınlar yaratmalarına da böylece tesadüf denilebilir.
Ohh be, herkes tertemiz! (ŞT/HK)