Yıl başından bu yana yeni bir “şehir efsanesi” dillerde ve bilgisayar ekranlarında dolaşıyordu. Toplum olarak bunlara bayılıyoruz. Bize ulaşana varsa bildiğimiz bir şeyleri ekleyip, olmadı kendi beğenimize göre güzelleştirip biz de bildiğimiz insanlara gönderiyoruz.
Bana gelen mesajlardan birisi şöyleydi: “Araç muayenesine girecekler dikkat! Türkiye'de araç muayene istasyonları özelleştikten sonra kontroller artık özel sektöre geçti. Eskisi gibi 5 dakikada muayene olma devri de sona erdi. Yeni sistemle 10 ayrı nokta kontrolü yapan TÜVTÜRK yetkilileri, uygun olmayan birçok aracı da geri çeviriyor. Hatta öyle ki, araçların neredeyse yarısı ilk kontrolden geçemeyip geri dönmek zorunda kalıyor.”
Bu mesajı okuyunca, bu tür işlerle uğraşmaktan hiç hoşlanmayan “ben”i aldı bir sıkıntı.
Kara kara bu işin altından nasıl kalkacağım diye düşünmeye başladım.
Eskiden kolaydı...
Geçen yıl Bodrum’da Gümüşlük Akademisi’nden yola çıkınca, Bodrum Araç Muayene yerine gittim. O gün “muayene günü” olmadığı ve güzergâhımın üzerinde olduğu için doğru Milas’a yönelmiş, belki beş dakikada değil ama en çok “on” dakikada bu işi, sorunsuz halletmiştim.Hatta “Yol’cu” uzun zamandır hareket etmediği için belki motoru durur ve sorun çıkarır diye de araba çalışır haldeyken muayeneyi yapmışlardı.
Bu yıl ise durum gerçekten zor görünüyordu ve başka da çare yoktu. Çünkü aracın muayene zamanı geçince eğer trafik kontrolünde bu durum anlaşılırsa “beşyüz” küsur lira cezası olduğu gibi, geciken her ay –bir gün geçerse bile 1 aylık gecikme cezası kesiliyor- için de muayene ücreti "yüzde 5” artırılacaktı.
TÜVTÜRK’e ulaşımın bedelini kim ödüyor?
Bilenler biliyor “Yol’cu” bir özel düzenlenmiş araç. Bir “karavan”, daha doğrusu bir “ev”. Yola çıkma zamanı benim programıma göre belirleniyor ve değişiyor. Muayene öncesi durduğu yerde yaklaşık 3 aydır duruyordu ve planlarıma göre yaklaşık 1,5 ay sonra yeniden harekete geçecekti. Sabit gelirli bir “emekli vatandaş” olarak söz konusu “ceza”ları göze alamamam doğaldı.Canım sıkıldı, hatta bu nedenle biraz da kızdım ve TÜVTÜRK’ün internet sayfasına girip bulduğum bir elektronik posta adresine şu mesajı yolladım.
“Aracımla sürekli hareket halinde değilim ve şu anda trafiğe çıkmamakta ve park yerinde bulunmaktadır. Yakın zaman içinde de hareket etmem söz konusu değildir. Hareket ettiğimde muayene ettirirsem, bu durumda yine de gecikme ücreti ödemek zorunda kalır mıyım? Olur da hiç hareket etmezsem bu durumda ne yapmam gerekir? Trafiğe çıkmayan bir aracın muayenesi neden gerekmektedir?”
Bir gün içinde beni yanıtladılar. Gelen yanıtta “2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 34. maddesi gereğince araçların muayene ettirilmeleri gerekmektedir. Araçların muayenesi 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 34. maddesi gereğince yapılır. Aracınız trafiğe çıksa da çıkmasa da son muayene geçerlilik tarihinden sonra muayene yaptırmanız halinde gecikme cezası tahakkuk ettirilecektir” deniyordu.
Başka bir deyişle tek başına “kurtuluş” yoktu; “ya hep beraber ya hiçbirimiz” burada da geçerliydi.
Henüz AB’ye girmesek de AB’nin istediği kuralları artık paçası mı olur, kol kenarı mı olur neresinden yakalarsak uyguluyorduk.
Çünkü bu işte “para” vardı. Günümüzün en önemli değeri ise “para”ydı.
“Yol’cu” İstanbul’un merkezi bir yerinde duruyordu. TÜVTÜRK’ün sitesinde belirtilen muayene istasyonlarından en yakını onun olduğu yerden yaklaşık 40 kilometre uzaklıktaydı. Bu benim için toplam olarak en az 80-100 kilometrelik yol gitmek demekti.
Araç muayene ücreti dışında ilave bedelleri de vardı: Trafik açısından gereksiz bir araçlık bir yük yani ek trafik yoğunluğu, yakılan şu kadar mazot yani ulusal kaynaklardan gereksiz kayıp, havaya salınan şu kadar miktar egzoz gazı yani ek hava kirliliği, benim çektiğim maddi ve manevi sıkıntı ve bunun üzerimde yarattığı sorunlar ve bunların giderilmesi için yapılması gerekenler.
Dolayısıyla nerden bakılırsa bakılsın “Çevresel Etki Değerlendirme ve toplumsal maliyet” bakımından bir “gereksiz” işlemdi.
Bunu da mesajımda belirtmiştim, aldığım yanıtta ise aynen şöyle deniliyordu:
“Araç muayene istasyonlarımız büyüklüklerine göre 5 ila 10 dönüm arazilerin üstüne inşa edilmektedir. Bu arsaların imar izinlerinin olması ve zemin etütlerinin de uygun olması zorunludur. Araç sahiplerinin de kolay ulaşabilmesi için ana yollara yakın yerlerde konumlandırılması tercih edilmektedir. Bazı il ve ilçelerimizin şehir merkezinde bu özellikleri taşıyan arsa olmamasından ötürü, şehrin ya da ilçelerin giriş yolları üzerindeki arsalardan yararlanılmaktadır.”
Yani onların “az para harcamaları” benim harcayacağım “para, emek” gibi yukarıda saydığım unsurlardan da, bunun yarattığı “çevre” sorunlarından da daha önemliydi.
Ne yapalım çaresiz uyacaktık. Uyduk da...
Muayene işlemleri
Hadımköy’deki Araç Muayene İstasyonu’nun fotoğrafını çekemedim. Ama TÜVTÜRK’ün sayfasında yer alan fotoğraf sizlere bir fikir verecektir. Oradaki resimde görülenden biraz daha büyük, resimdeki iki kanala eklenen dört kanal daha var ve aynı anda altı “kanal”dan hizmet sunulabiliyor.Bu yazıyı okuyup, araçlarını muayeneye götürecek olanlara küçük bir bilgi vereyim, araç muayene istasyonlarında, çok basit bir işlem olmasına karşın “egzoz emisyon ölçümü” yapılmıyor, araç sahipleri bunu mutlaka yaptırıp gitmeliler. Ben oraya gidince bunu öğrendim ve yaklaşık 2,5 km. ileride bu işi yapan bir özel yerde ölçümü yaptırıp, “egzoz pulumu” aldım.
Yeniden oraya vardığımda sıra bekleyen 50-60 araç olduğunu gördüm.
Artık hastanelerde olduğu gibi bir “sıra numarası” alarak işe başladık.
Bir “hasta hakları” aktivisti olarak burada da bir “numara”ya indirgenmiş olmak burada da çok hoşumuza gitmedi.
Acaba muayeneye giden araçların da “hakları”ndan söz etmek çok mu abes olur diye düşündüm. Bunlar aklımdan geçerken “Yol’cu”yla göz göze geldim. Melül mahzun bakışından onun da bunu isteyeceğini çıkardım.
Ama galiba onun haklarını daha çok ben gözetmeliydim, çünkü onun kendini ifade etme olanağı yoktu. En azından ona hizmet verenlerin bunları bilme ve anlama özelliği yoktu. O zaman “hasta yakını hakları” gibi “araç sahibi hakları”nın söz konusu olması gerekiyordu. (Bu yazı belki de bu anlamda bir “hareket”in başlamasına neden olabilecek bir yazı olabilir.)
Numarayı aldıktan sonra “bekleme ve beklerken izleme, neyin nasıl olduğunu anlama”kla zamanı geçirdim.
Hava güzeldi, ortamda en azından şimdilik sıra bekleme dışında sıkıntı yaratacak bir olumsuzluk yoktu. Herkes “duygusuz bir şekilde ‘nötr’ biçimde” görevini yapıyordu.
Araçlarını muayeneye götüren araç sahibi ve şoförler olarak küçük ayaküstü sohbetler yapıyorduk.
Kimisi uygulamayı çok güzel bulurken, kimisi de muayenede yeni getirilen kuralların anlamsızlığından yakınıyordu.
Aslında söylenenlerin çoğu doğruydu.
“Trafik kazası” ve buna bağlı ölümlerle, sakatlıkların en çok yaşandığı bir ülkede olmamız en azından araçların trafiğe uygunluğunun kontrolünü gerekli hale getiriyordu. Ama mevcut istatistiklere göre trafik kazalarında araç kusurları “devede kulak” denecek kadar azdı. Asıl sorun üzerinde seyredilen yollardan, altyapıdan, araçları kullanana şoförlerin tutum ve davranışlarından kaynaklanıyordu.
AB’nin normlarına yaklaşmak için verilen sürücü belgelerinin sayısının yüksekliği, yetersiz yollardaki araç sayısının çokluğu, sürücülerin fiziksel ama daha çok da ruhsal sağlık sorunlarının yeterince izlenip kontrol edilmemesi gibi etkenlere göre araçların kontrolündeki bu duyarlık çok bağdaşmıyor gibi geldi. Sanki Nasrettin Hocanın duvarsız türbesindeki demir kapısının kilidine benziyordu halimiz.
Muayenede de özen gösterilen noktalar kuşkusuz bazı temel kurallara dayanıyordu. Ama onların gerektiği gibi yapılıp yapılmadığını araç sürücüleri ya da araçlarını muayeneye götüren insanların bilip anlaması olanaksızdı. Çünkü araçlar “kanal”ların başında sahiplerinden teslim alınıyor ve muayene sonlandığında, aracın durumunu gösteren bir rapor yazılıp bu rapordaki “ağır kusur”ların bir ay içinde düzeltilmesi ve sonra muayeneye gelinmesi isteniyordu. Bu ikinci kontrol muayenesinden “ücret” alınmıyordu.
Ama aracın o haliyle “bir ay” trafikte olmasına izin veriliyordu. Başka bir deyişle bence muayene ile hedeflenen “kamusal yarar”dan çok, özel muayene kurumunun “parasal yararı” burada da gözetiliyordu. Çünkü eğer ağır kusurlu araç trafiğe bir ay çıkabiliyorsa, bundan doğacak zarar göze alınmış oluyordu.
Düzeltilen kusurlar ve yeniden muayene
“Yol’cu”nun da bazı “ağır kusur”ları olduğu saptandı. Aslında bunlar onun değil, onunla birlikte olan ve ona bakmakla yükümlü olan “benim” kusurlarımdı. “Kusur”larımızı fark edince hemen düzeltmeye çalıştık. Yaklaşık dört saat ve 200 YTL’ye ulaşan bir bedel karşılığı “kusur”larımız düzeltilip yeniden istasyona geldik. Yeniden sıraya girmemiz gerekti. Girdik. Bu defa mevcut araç sayısı “on”lu sayılardaydı. Ama ilk geldiğimizdekinden daha çok bekledik. Çünkü 21.30’a kadar açık olan istasyonda “vardiya” değişmişti.Bekleyen, dolayısıyla “sorun” yaratacak insan sayısı azdı, hava güzeldi, çalışanların keyiflerinin yerine gelmesi, yemek yenilmesi, sigara, çay, kahve, hatta “geyik muhabbeti yapmak” ise özel ya da kamu kurumunda değişmeyen unsurlar olarak “tatlı”ydı. Durumu iletecek daha üst yönetici ve yetkililere ulaşmak ise “yalnız personel içindir” yazılı uyarı levhalarının bulunduğu kapılar nedeniyle olanaksızdı.
Ama kararlıydım. Baştan beri burada karşılaşacağım olaylardan dolayı “sinirlenmeyecek”, onların nitelendirmesine göre “iyi” bir araç sahibi olacaktım. Sonunda yeni kontrolümden bazı “hafif” kusurlar dışında “geçer” not alabildim ve bir yıl daha TC karayollarında “özgürce seyretme” hakkını aldım. “Yol’cu” bir ticari araç olmamasına karşın onların kurallarına tâbi olduğu için bu “bir yıl” için geçerli bir izindi. Yeniden direksiyona geçip bu gereksiz yolculuğu 135 km. yol, 8 saatlik bir emek ve zaman, yaklaşık 350 YTL bir bedel pahasına sonlandırdım.
Siz ne kadar itiraz ederseniz edin, ne kadar muhalif kalırsanız kalın, onun araç ve nesnelerini kullandıkça sizi onun kurallarına “tâbi” kılıyor. Daha doğrudan söylersek “kapitalizm daima kendisine uyduruyor” ve nasıl uyacağınızı “öğretiyor”. Dahası bunun için bir de “bedel ödemeniz” gerekiyor.
Ama farkında olmadığı bir nokta var. Bu bedeli hep birlikte ödüyoruz. Küresel ısınmaya katkıda bulunarak, “endüstriyalizme” prim vererek bunu hep birlikte yapıyoruz. Ne kadar istemesek de en azından “aracısı” bizleriz.
“Başka bir dünya mümkün!” Ama pahası bunlardan yoksun kalmak olmamalı.
“Yol’cu” yine melül mahzun bana bakıyor. Sanki kabahat kendisindeymiş gibi.
Ama öyle değil. Asıl sorumlu biziz. Bunu biliyorum! (MS/EÜ)