Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz, İstanbul / 2017
Ara Güler’in aramızdan ayrılışıyla kısmen eskimiş bir tartışma yeniden alevlendi. Daha çok sosyal medya üzerinden yürüyen, tartışma kılığındaki söz düellosu bir süre daha devam edeceğe benziyor. Tartışma kılığına girmiş diyorum çünkü bahis konusu olanı hakkaniyetle tartmaktan çok ölçüsüzce överek arş-ı alaya çıkarmakla yerin yedi kat dibine gömmek arasında gidip gelen bir atışma bu. Sosyal medyanın konforlu alanında her karşı atak artık nokta yerine kullanılan “amk” ve türevleri ile bitirilirken ana akım medyada şimdilik en alt seviye vuruş Ara Güler’i eleştirenleri “seküler davar sürüsü” olarak niteleyen bir köşe yazarından geldi. Ara Güler’in ardından sosyal medyada edilen sözlerin iki ucunda “Son Osmanlı aydını” ile “saray soytarısı” parantezi var şimdilik. İleriki günlerde daha etkili tweetler atılacağına şüphem yok. Son durum böyle. Haklarını yemeyelim, sayıları az da olsa Ara Güler’i hakkını vererek anlamaya çalışan az sayıdaki yazıyı anmalıyım.
Şehrin ruhu
Ara Güler Türkiye fotoğrafı denilince akla gelen tek isim olmasa da ilk isim. Ülkesindeki çağdaşlarıyla kıyaslandığında kendinden sonraki kuşakları işleriyle en çok etkileyen, ilham veren kişi. Dünyada foto-jurnalizmin altın çağı sayılan, başlangıcı 1920’lere dek uzanıp 70’lerin sonlarına doğru sona eren dönemin Türkiye’deki önemli temsilcilerinden biri. Özellikle 1950-70 yılları arasında daha çok İstanbul’un gündelik hayatına odaklanan sokak fotoğrafları, en az Cartier-Bresson ve Robert Doisneau’nun Paris’i, Eugene Smith’in Pittsburgh’u, William Klein ve Helen Lewitt’in New York’u kadar şehrin belirli bir döneme ait ruhunu güçlü bir şekilde yansıtan, önemli işler.
Türkiye’de fotoğraf dendiğinde akla Güler’le birlikte başka birçok isim gelse de, Ara Güler’in kendi dönemindeki memleket fotoğrafçılarından ayrı bir yerde konumlanmasının altında, statik/ iyice ölçülüp biçilmiş kompozisyonlardan, formu her şeyin önünde tutan güzellemeye dayalı fotoğraflama biçiminden olabildiğince uzak durup, içeriğin dinamizmine teslim oluşunda, sokağın devinimi ile görsel sezgilerini birleştirebilme yeteneği yatar.
Bu yüzden fotoğraflarında, teknik mükemmellik ve biçimden çok, izleyicisini çerçevenin içerisine davet eden görsel zenginlik göze çarpar. Kendi kuşağının sokak fotoğrafçılarının ortak noktalarından olan “yakınlık” ve “belirleyici an” Ara Güler’in fotoğraflarının da mütemmim cüzüdür. Bu yüzden İstanbul serisi içerisinde yer alan çoğu fotoğraf izleyicisi ile konuşur, izleyicisini olan bitenin içine davet eder, hatta bazen de sürükler.
Çay ocağının önünde arkadaşlarıyla sohbet eden fötrlü amcanın sesini neredeyse duyarız, şaraphanede elinde bardakla bize bakan çakırkeyif müdavim bize az sonra bir şey diyecek gibidir, mezarlıkta bebeğini kucağında tutan çarşaflı annenin başını çevirdiği tarafta ne gördüğünü biz de bilmek isteriz… Ara Güler’in başarısı tanık olduklarına, olan bitenin ruhunu koruyarak bizleri de ortak etmesidir.
Fotoğraflar : Ara Güler
Belki hepsinden daha önemli bir başka tarafı aktif fotoğrafçılık hayatının ısrar ve süreklilik içermesidir. Kendisiyle 2009 Ocak ayında yaptığım bir söyleşide “Çağdaşlarınız arasından bir adım öne çıkıp daha ayrıcalıklı bir yere oturmanızı neye bağlıyorsunuz” sorusuna verdiği yanıt şöyleydi:
“…Aslında bilmiyorum. Ama ben yaptığım işi sahiden ciddiye aldım. Bedrettin Dalan ortalığı yıkarken hiçbir yerden bir görev almamış olmama rağmen her gün askerlik yapar gibi sabahın bilmem kaçından akşamın kör karanlığına kadar işçiler gidene kadar fotoğraf çekiyordum. Ama birçoğu büyük dahiler gibi makinelerle geliyorlar, bir gün-iki gün sonra ortalıkta yoklar! Bir süreci takip etmiyorlar anladın mı… Çünkü umurunda değil! O sükse için geliyor oraya. Yahu gözlerimin önünde İstanbul yıkılıyor ben resim çekmeyeceğim olur mu? Yarın bambaşka olacak her yer. Bana kimse git çek falan da demedi. Cartier-Bresson’a da kimse git 1968 olaylarını çek demedi. Ama oradaydı. Bir Hilmi Şahenk’in umurunda değildi olan biten, yazı işleri müdürü gönderirse gider, yoksa gitmezdi. O devirden bir fotomuhabirin adını söyledim şimdi sana. Bu işin askeri değil çünkü, bu işin askeri vardır. Benim dönemimden bir grup insan da fotomuhabirliğini, gazeteciliği bir basamak olarak görmüştür. O basamağa ayağını basar sonra çıkar gider başka bir tarafa. Ya bankada halkla ilişkiler müdürü olur ya da bakan olur, şu olur bu olur. Bu türden palavra adamlarla da doludur etraf. Israr, süreklilik mühimdir halbuki.”
Zamanın suretleri
Ara Güler külliyatının bir başka değerli parçası çağdaşlarının portreleridir. William Saroyan’dan Yaşar Kemal’e, John Berger’den Abidin Dino’ya, Orhan Kemal’den Picasso’ya, Sophia Loren’den Hitchcock’a, sanat ve edebiyat dünyasının önemli isimlerini fotoğraflamıştır. Dönemin kültür dünyasının birçok ismi suretini Ara Güler’e borçludur desek yanlış olmaz. Bu portrelerin önemli bir bölümü oldukça etkileyici portrelerken Necmettin Erbakan, İsmet İnönü, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Adnan Menderes, Kenan Evren gibi siyasetçilerin konu olduğu fotoğraflar derinlikten yoksun, diğer portreleri ile kıyaslanamayacak kadar sıradan fotoğraflardır. Bu sıradanlık Kısıklı’daki evinde çektiği, tartışmalara neden olan Recep Tayyip Erdoğan portreleri için de geçerlidir. Farkı merak edenler Saroyan, Berger, Orhan Kemal, Abidin Dino, Hitchcock fotoğraflarının yanına siyasetçileri konu alan portreleri koyarak bir süre bakabilirler.
Sanatçı ve yazarlara ait portreleri, izleyicisini fotoğraflanan kişilerin dünyasına yaklaştırırken siyaset dünyasına ait portrelerde aynı etkiyi görmek güçtür. Siyasetçilere ait portrelerinin çoğunun günlük haber rutinin birer parça olarak çekilmiş olmaları bu farkı bir dereceye kadar açıklasa da asıl neden Güler’in sanatçılarla kurduğu güçlü bağın ve özdeşleşmenin, portrelerin üretim sürecinde her iki tarafa -kaydeden ve kaydedilene- ait ortak bir alan yaratmasıdır. Bu etkileşimi ve ortak alanı siyasetçi portrelerinde görmek pek mümkün değildir. Siyasetçiler bu portrelerde çoklukla oldukları gibi değil olmaları gerektiği gibidir. Oysa portre fotoğrafında sahicilik, kamera önündekinin idealize edilmiş “görünme biçimlerini” terk ettiği, suretinden dünyaya açılan pencereyi biraz olsun araladığı oranda mümkündür. Belki de asıl neden apaçık ortadadır: Sanatçılar yaratıcı, politikacılar sıkıcıdır!
William Saroyan ve Orhan Kemal
İsmet İnönü ve Recep Tayyip Erdoğan
(Bu dönemde yoğun olarak portre çeken bir başka isim Güler’le aynı dönemde yaşayan ve geçen yıl aramızdan ayrılan Lütfi Özkök’tür (1923-2017). Nazım Hikmet’in ve Samuel Beckett’in ikonagrafik portreleri Özkök’e aittir.)
Yanlışlar doğruları götürür mü?
Ara Güler’in ardından çeşitli mecralarda yeniden gündeme gelen tartışmanın merkezinde Güler’in 2015 Aralık ayında çektiği Recep Tayyip Erdoğan portreleri ve daha öncesinde Beyoğlu Belediyesi’nin Taksim Meydanı’nda düzenlediği iftar yemeğinde çektiği ve iktidara yakın gazetelerde “huzurun fotoğrafı” olarak ilan edilen fotoğraflar vardı. Üsküdar Belediyesi’nin bu yılın ocak ayında düzenlediği Foto Muhabiri Ara Güler’e Vefa Gecesi’nde “dünyaya kafa tuttuğu için” Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’a olan hayranlığını açıklaması ise bazılarınca Ara Güler’in “bittiği” andı.
Portfolyosuna bakanlar Ara Güler’in siyasetçilerle olan mesaisinin pek de yeni bir şey olmadığını görebilirler. Siyasi yelpazenin çeşitli taraflarından isimleri daha önce de defalarca fotoğraflamıştı.
R. Tayyip Erdoğan portrelerine dek Ara Güler’in fotoğrafını çektiği belirli isimler üzerinden eleştirildiğine pek rastlamadım. Ara Güler’e sahip olmadığı, olmak da istemediği politik misyonlar yükleyip, kendisinden muhalif refleksler bekleyenler hayal kırıklığına uğramış olabilirler. Fakat Ara Güler’in kendisi ile, hayal kırıklığına uğrayanların hayalindeki Ara Güler aynı kişi olmayabilir. Recep Tayyip Erdoğan portreleri üzerinden Güler’le gönül bağlarını kesenler Güler’in daha önceleri çektiği siyasetçiler ve temsil ettikleri değerlerle barışıklar mı örneğin? Erbakan, Evren, Menderes, İnönü, Demirel, Ecevit… buraya kadar her şey normal mi?
Siyasetçileri bir yana koyup fotoğrafladığı sanatçılar üzerinden ilerlersek; Dali portreleri için ne demeli? Dali’nin İspanya İç Savaşı’nda faşist Franco’ya destek vermesini dert etmeli mi? Ya McCharty döneminde arkadaşlarını “Amerikan Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu”na ispiyonlayan Elia Kazan portreleri, onları ne yapmalı?
Soruyu tersten sorarsak daha kolay olacak galiba. Ara Güler’in geniş kitlelerce tanınmaya başladığı yıllar yani popüler kültürün bir parçası haline geldiği dönem 2000’li yılların başındaki Sinan Çetin’li 532 reklamına kadar uzanıyor. O tarihlerden bu yana nasıl bir muhalif çizgiye, sol duyarlılığa sahipti ki bu çizgiyi birden terk etmiş olsun? Ya da daha da geriye götürelim 70’li, 80’li yıllarda Ara Güler toplumsal hareketlerin içinde yer alan bir aktivist olarak mı biliniyordu? Eğer cevap hayırsa, bu durumda Ara Güler’i hiç de olmadığı bir yerde konumlayıp, bazılarımıza göre siyaseten oldukça yanlış -ama kendisi açısından belli ki son derece normal- tutumlar sergilediğinde tuhaf tepkiler vermiş olmuyor muyuz?
Ara Güler’in sosyal ve kültürel çevresi büyük oranda sol ve sola yakın insanlardan oluşsa da, bazı röportajlarının satır aralarında “biz de solcu takılıyoruz o zamanlar” gibi ifadeler olsa da kamusal alanda yapıp ettikleriyle hiçbir zaman böyle bir kimliğe sahip olmadı. Farklı dönemlerden Cartier-Bresson, Sebastiao Salgado, Ken Light, Shahidul Alam gibi fotoğrafçıların sahip olduğu bütünlüklü ve tutarlı bir politik bakışa sahip değildi. Mesleki anlamdaki sezgileri ve içgüdüleri ne kadar güçlüyse de politik ve analitik bakışın eksikliği kimilerine savrulma gibi gelen eylem ve seçimlerle sonuçlanıyordu kimi zaman.
Uluslararası Polis Birliği’nin (IPA) Başkanlığı’nı dönemin Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın yaptığı Türkiye Şubesi’nin 2000’lerin ortalarında düzenlediği fotoğraf yarışmasının jürisinde 13 kişi ile birlikte Ara Güler de yer alıyordu. Yarışmayı takip eden günlerde fotoğrafçı İbrahim Akyürek, “Bizim fotoğrafçılar, bir jüri işi için Dink’in ürkütüldüğü mekanda olacak” başlıklı yazısında durumu şöyle özetliyordu:
“…IPA, uluslararası polisevi gibi şey. Mesleki, kültürel, sosyal, teknik alanda uluslararası bir iletişim ağı. Polisin sendikalaşma hakkı, polislerin çalışma koşullarının düzeltilmesi hakkı, insanın doğaya en uyumlu tavrı olan bedensel, ruhsal, toplumsal bütünlüğünü direnerek koruma hakkına saygı bu ağ üzerinde dert edilmiyor. Serbest konulu bu yarışmanın jürisi 14 kişiden oluşuyor. Fotoğrafçı isimler arasında Okan Bayülgen, Ara Güler, İzzet Keribar, Mehmet Bayhan, İlteriş Tezer, Coşkun Aral, Serdar Bilgili, Tamer Yılmaz, Orhan Kanburoğlu var. Sanatla duyguları incelmiş, hassaslaşmış, sanata sığınmış bu kocaman adamlar, sanki Finlandiya’da yaşıyormuş gibi yüksek bir moral içinde gelecek ayın başlarında jüri toplantısı nedeniyle, ismi bile ürküten ünlü Vatan Caddesi’nin yolunu tutacak. Belki de, merkezi yerde toplanma talebi ile Dink’in tedirgin edildiği mekanda buluşmak üzere vilayet binasına yönelecekler.”
Fotoğrafçı Akyürek eleştirisini La Boetie’nin “Gönüllü kulluk üzerine söylevi”nden bir alıntı ile bitiriyordu: “…La Boétie, gidişten o kadar umutsuzdu ki; bizden ezenlere karşı pankart aç, fotoğraf çek; dilekçe yaz; biber gazını, kobraları, küfrü – tekmeyi göze al demiyor. Basit, zararsız bir yöntem öneriyor; “desteklemeyin yeter “[1]
Demem o ki sanatçılar, gazeteciler, yazarlar… kısaca kendilerine marangozlardan, tesisatçılardan, fırıncılardan daha fazla önem atfedilen, ince uğraşların insanları, kategorik olarak muhalif falan değildir. Sanatçı, tiyatrocu, bilmem neci muhaliftir gibi sözler, moda insanın kendine yakışanı giymesidir gibi manasız bir ezber sadece. İyi bir şair, romancı olup faşizan düşüncelere sahip olmanız mümkündür, başkalarının hakkını hukukunu zerre kadar dert etmeyip şahane filmler yapabilirsiniz, iyi bir fotoğrafçı ama ülkenizin otoriter liderinin hayranı da olabilirsiniz. Olun demiyorum, isterseniz olabilirsiniz!
Bu sözler kulağa “biz ortaya konan işe bakalım gerisi teferruattır” gibi geliyor olabilir. Kastettiğim kesinlikle bu değil. Tam tersine ortaya konan işle, üreticisini bir bütün olarak görmek isterim. İkisi arasındaki bağlantı ve tutarlılık arttıkça işin ve üretenin değeri, sahiciliği katmerlenir benim için. Fakat İsmet Özel saçmalıyor diye şiirlerini sevmekten vazgeçmem. Kimse Wagner dinleye dinleye faşist olmaz.Tarih bu gibi örneklerle doludur.
Diğer taraftan yazdığı şahane romanlar, çizdiği inanılmaz desenler, çektiği müthiş fotoğraflar kimseyi dokunulmaz, eleştirilmez, üzerine söz söylenmez kılmaz. Amerika Amerika ve Rıhtımlar Üzerinde filmlerinin etkileyiciliği Elia Kazan’ın kendi dostlarına ihanetini temize çekmez. Wagner’in bir müzik dehası oluşu ırkçılığını hoş görülebilir kılmaz.
Gönül isterdi ki, meydanlarda hakkını arayan yurttaşların mütemadiyen yediği bunca gazın, copun, tekmenin ardından Ara Güler hiç olmazsa, kendisini tanıyanların gayet iyi bildiği huysuzluğuyla IPA fotoğraf yarışmasıyla ilgilenen emniyet görevlisini arayıp “yahu biz sizin yarışmalarınıza jüri oluyoruz siz ne yapıyorsunuz, ne boktan adamlarsınız…” deseydi. Taksim Meydanı’na kurulan iftar sahnesinden “huzurun” fotoğrafını çekmek gibi bir piyesin oyuncusu olmak yerine önce bir huzur vermelerini isteseydi. 6-7 Eylül sergisini basıp, devletin arşivinden çıkan yağma fotoğraflarını yırtıp “hainlere ölüm”, “ya sev ya terket” diye naralar atan faşist güruhun protesto edildiği, bir gün sonraki basın bildirisine “benim adım çok mu lazım” deyip imzasını gönülsüzce vermek yerine, sergi salonunu dolduran meslektaşları ile yan yana dursaydı. Kendi ifadesi ile “…Devlet sanatçısı ancak komünist memleketlerde vardır, oralarda madalyondan geçilmez… Yahu ne kadar ödül alırsan o kadar aptalsındır aslında!” dedikten sonra Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük ödülünü kibarca reddedip. Serbest piyasanın hakim olduğu “demokratik” yönetimlerde de ödül ve payelerden geçilmediğini, ortalığın oralarda da madalyon dolu olduğunu ekleseydi keşke.
Bütün bu keşkeler, memleket fotoğrafçıları olarak kendi alanlarımızı kuşatacak, kültürel, politik ve sosyal çekim gücü oluşturabilecek örgütlü yapılarımızı yaratabilseydik keşke olmaktan çıkabilirdi belki. Kendi alanımızdaki her boşluk biz razı olsak da olmasak da egemen siyasetin yön verdiği kültürel ve sosyal hamlelerle bir şekilde dolduruluyor. Bütün günahı Ara’ya yıkıp işin içinden sıyrılabiliriz tabii. Satırlardır tek bir isim üzerinden ileri geri konuşuyoruz, böyle devam da edebiliriz. Fakat aynayı kendimize çevirip; haber fotoğrafı ve belgesel fotoğraf alanında yapıp etme biçimlerimizi, sosyal ve politik sorumluluklarımızı, kolektif hareket kabiliyetimizi yaygınca dert edebildiğimizi, bunun araçlarını-kurumlarını oluşturabildiğimizi söylemek mümkün mü?
Hasıl-ı kelam gönül sadece ister. Gönlümüze göre bir Ara Güler yaratamayız. Onu olduğu yere koymak, gönlümüze göre eğip bükmemek doğru olandır. Birbirinden şahane fotoğrafları, onu eleştiriden azade kılmayacağı gibi bazılarımıza ters gelen, siyaseten uzağında durmayı yeğleyeceğimiz tercihleri, ortaya koyduğu devasa külliyatı değersizleştirmez. Bu arada yeri gelmişken Ara Güler’in bu devasa külliyatının Türkiye’de kurulu bağımsız bir “fotoğraf enstitüsü” tarafından devralınmak yerine neden bir sermaye grubunun elinde olduğunu da Ara Güler’e ya da arşivi satın alanlara değil yine kendimize sormalıyız galiba. (MK/BK)