Son 20 yılda Amerika Birleşik Devletlerinin ölüm cezasını uygulayan eyaletlerinde cinayet sayısı diğer eyaletlere göre çok daha yüksek sayıda olmayı sürdürüyor. İsa’nın havarileriyle yediği son yemeği gibi dinî bir kökene sahip olduğu düşünülen idamlık mahkûmun ölmeden önce arzuladıklarını yeme hakkına en cömert sofralarla karşılık verenler de onlar, mahkûmları ölüm cezasına en çok çarptıranlar da!
Ne de olsa muhafazakâr politikalara sırtını dayayan George W.Bush, 2000 yılında henüz Teksas valisiyken yaptığı bir konuşmada ölüm cezasını resmen desteklediğini açıklamıştı; fakat söz konusu ceza iddia ettiği gibi “Hayat kurtarır” bir uygulamaya bir türlü dönüşemedi!
Last meal (Son öğün) başlıklı film, belgesel ile kurmaca arasında gezinirken ağır mevzuyu mümkün olduğunca renkli bir şekilde yansıtmaya çalışıyor. Yönetmenler Marcus McKenzie ile Daniel Principe sadece kendileriyle aynı fikirde olanların izlediği sosyal medya platformlarından daha geniş kitlelere ulaşabilmek için “şirin” eserlerini daha zorlu festival ortamlarına sokmayı tercih etmişler.
Önce memleketlerindeki Adelaide Film Festivalinde yer aldıktan sonra Tribeca’ya katılmaları amaçlarında emin adımlarla ilerlediklerinin kanıtı.
18 dakika içinde, adalet sisteminin çarpıklığını “yemek pornosu” denilebilecek bir tavırla ortaya koyarken ölüm cezasını bir kez daha masaya yatırıyor, seri katillerin, teröristlerin veya yanlışlıkla idam edilenlerin özel anlarına seyirciyi kıvraklıkla dahil ediyorlar.
Mönüde son öğün
Filmde mahkûmların idam edilmeden önce hangi besinleri tercih ettiğine dair, geniş bir skala çerçevesinde bilgilendiriliyoruz: ABD mutfağının favorileri sayılabilecek kızarmış patates, hamburger, Kentucky fried chicken sepetleri, (çikolata parçacıklı naneli) dondurma, çikolatalı bar ve onlara eşlik eden muhtelif Coca-Cola versiyonları.
Bir mahkûmun çok yüksek miktardaki taco siparişi iyice azaltılarak kendisine sunulmuş. İyiliksever ve cömert bir imaj sergilemeye çalışan devlet, mahkûmların son lokmaları mevzubahis olsa da tutumluluğu elden bırakmıyor!
Nazi suçlusu Adolf Eichmann’ın ise, hapishane yönetimi tarafından daima verilen ekmek, peynir, zeytin ve çayın yanında bir şişe İsrail üretimi kırmızı şarap talep ettiği verilen bilgilerden.
Filmde “iyi insanlar” olarak özdeşleşebilmemiz için enteresan bir örnek de var: Fransa’da ölüm cezasını 1981 yılında iptal etmiş olan François Mitterand’ın prostat kanserinden ölmeden önce son olarak istediği yemek, avlanması yasak, ufacık bir kiraz kuşu olmuş; sözkonusu kuş yemek haline getirilmeden önce bir süre kuş yemiyle beslenerek bedeninin normalden dört kat büyümesi sağlanmış, akabinde brendiye yatırılarak marine edilmiş ve kavrulmuş olarak servis edilmiş!
Hepimizin birer gurmeye evrimleştiği çağımıza pek bir uygun değil mi?
Fakat ölüm cezasına çaptırılmış mahkûmların bazıları idam edilmeden önce yemeye niyetlendikleri yemeği iştahları kesildiği için yiyemeyebiliyor.
ABD’de hapishane yönetiminin medyaya mahkûmun rica ettiği biçimde aynen yansıttığı mönünün gerçekten mahkûma verilip verilmediği ise daima meçhul.
Oysa bir mahkûmun ifade ettiği şekilde “Hürriyetinizi yitirdiğiniz zaman yemek müthiş bir ehemmiyet kazanıyor”.
Yanlışlıkla idam edilenler…
Bu arada filmde ABD’de ölüm cezalarının ifa edilme biçimleri olarak zehirli iğne, elektrikli sandalye ve gaz odası gibi metotların uygulandığını öğreniyoruz. Ülkenin bilhassa bazı eyaletlerinde cinayet kurbanı beyaz olduğu takdirde, katilin ölüm cezasına çarptırılma ihtimalinin çok daha yüksek olduğuna da vâkıf oluyoruz.
Altı yaşındaki bir çocuğun zekâsına sahip veya IQ’su gayet düşük mahkûmların da ölüm cezası aldığı, yanlışlıkla insanların senelerce hapiste yattığı veya idam edildiği de verilen malumattan.
Polis merkezinde zorla verdirilen yalan ifade de bazıları için ölüm fermanı manasına gelebiliyor. Yalnız eyalet yönetimlerinin değil, Federal hükümetin de gücünü fahiş biçimde kullanması sık sık rastlanan dinamiklerden.
Zaten Eichmann gibi “kasap”ların, laf dinleyen bürokrat olarak emirleri yerine getirmenin nesi kötü? gibi savunma yapmaları gayet yakından tanıdığımız bir dinamik değil mi?
Ölüm cezasına çarptırılan mahkûmlar arasında savunmasını doğru dürüst yapamadığı için avukatının öldürülmesini uman da var, yaptıklarından pişmanlık duymayıp idamının ölmüş olanlara faydasız olduğunu söyleyen de.
İdam cinayettir
Filmin en duygu yüklü anı ise besteci, şarkıcı, plak prodüktörü, yazar ve aktör Steve Earle’ün sesinden duyduğumuz bir bant kaydı. İdam mahkûmu Jonathan Wayne Nobles’ın hapiste yattığı uzun süre boyunca dışarıdaki annesiyle hiç konuşmamış olduğunu, ceza infaz edilmeden tam bir gün önce Nobles’ın anasıyla bir telefon görüşmesi gerçekleştirdiğini öğreniyoruz.
Mahkûm Nobles’ın idamına şahit olma hakkını elde eden Steve Earle, dinamiği ayrıntılarıyla aktarıyor: memurlar idamı gerçekleştirmeden hemen önce Nobles Sessiz Gece (Silent Night) başlıklı Noel ilahisini söylemeye başlıyor ve güftedeki “anne ile çocuk” kısmına gelince Nobles’ın gıtlağından çıkan ses müzik uzmanı Earle’ün yorumuyla duyup duyacağı en güçlü haykırış oluyor. Meğerse bir gün önce annesi oğluna “Çocukken Sessiz Gece’yi ne güzel söylerdin!” demiş…
Nobles’ın ciğerlerindeki tüm havayı boşaltırcasına çıkardığı sesi asla unutmadığını ve o sesin sahibine uygulanan şiddetin, hatta cinayetin ta kendisi olduğunu belirtiyor müzisyen Earle.
Montajı, ritmi, sevimli grafikleri ve renkli çekimleriyle neşeli bir müzik videosunu, hatta reklam spotunu andırsa da Son öğün kesinlikle idam karşıtı bir mesaj verirken genel anlamda adalet sistemindeki çarpıklık ve aksaklıkları da bir kez daha gözümüze sokuyor.
Mahkûm James Lee Beathard’ın sarfettiği “Burada milyonerler olmaz. Bu kadar basit” cümlesi seyirciye yumruk gibi iniyor.
Mario Puzo’dan alıntılanan manidar deyimle de dışarıdakilere selam çakılıyor: “Her büyük servetin ardında bir suç vardır!”
(RL/EMK)