Geçtiğimiz son iki hafta boyunca Arjantin'in bir önceki devlet başkanı Cristina Fernández de Kirchner ülke gündemine türlü biçimlerde damgasını vurdu. İktidarı sağcı Macri hükümetine bıraktığı Aralık 2015'ten bu yana, kendisiyle birlikte birçok Kirchnerist'e açılan yolsuzluk davaları ve hükümetin her siyasi/ekonomik sıkışması sırasında kendisini günah keçisi olarak ortaya sürmesi dışında ilk kez siyasi sahnede belirdi. Başkanlığa adaylığını koyup koymayacağı uzunca bir süredir tartışılıyordu. Kendisine karşı yapılan “operasyonun gölgesinden” nasıl çıkacağı da.
Cristina Kirchner üç haftadır süren zincirleme politik hamlelelerine her yıl Mayıs ayında düzenlenen Kitap Fuarında sunumunu yaptığı Sinceramente (İçtenlikle) kitabı ile başladı. 23 Nisan'da satışa çıkarılan kitap bir editoryal fenomen haline dönüştü; en son verilere göre iki hafta içerisinde 5 kez basıldı ve 227 milyon kopya sattı. Arjantin'in nüfusunun 40 milyon olduğu göz önüne alınırsa sanırım etki alanının büyüklüğüne dair bir fikir edinebiliriz. Ancak kitabın en önemli başarısı siyasi değilmiş gibi görünen ve sunulan başlığına rağmen siyasi başarısıydı. Kirchner bu “içtenlik” hamlesiyle öncelikle attığı yanlış siyasi/ekonomik adımlar sonucu bir önceki seçimlerde kendisini terk eden arada kalmış sola yatkın ama Peronist ya da Kirchnerist olmayan kesimleri ikna etmeye çalıştı. Popülist, yani halkçı anlamıyla popülist kelimesine yaptığı vurgu ve kendini bu kavramla tanımlaması bu hamlenin en önemli göstergesiydi. Zira Latin Amerika bağlamında popülist kelimesinin önüne Türkiye'dekinin aksine getirilen takı “sol”. Zor zamanlarda aldığı “zor kararları” “kişisel” bir perspektiften okuyucusuna (esasen seçmenine) açıklama girişimleri ise adeta özür dileme ve bir sonraki dönem için umut verme mahiyetindeydi. 9 Mayıs'ta gerçekleşen bu sunumda “kitabı yazma fikrini en ön sırada oturan Alberto Fernández'in verdiğini” söyleyerek bir sonraki hamlesinin altyapısını yapıyordu. Son dönemde hükümetin yolsuzluk davasına eklemeye çalıştığı ve derneklerini basarak büyük sansasyon yarattığı Plaza Mayo Annelerinden Estela de Carlotto bu sırada Alberto Fernández'in yanında oturuyordu.
Sunumdan yaklaşık on gün sonra 18 Mayıs'ta ise Alberto Fernández'in başkanlığında Kirchner, kendisinin başkan yardımcısı olduğu “Fernández-Fernández formulü”nü ilan etti. Bu formülün ise birkaç siyasi hedefi birden vardı. Öncelikle Alberto Fernández'in kim olduğundan başlayayım; kendisi Nestor Kirchner'in, yani Cristina Kirchner'in eşi ve kendisinden önceki devlet başkanının hükümetinde kabine başkanlığını yapan kişi. Cristina Kirchner'in deyimiyle “20 yıl boyunca kendisine eşlik eden Alberto Fernández”'i başkan adayı göstermesinin en önemli nedeni ise kendisine karşı birçok kesimce yapılan ve Macri'nin bir önceki seçimlerde seçim mottosu olan “iktidardan bir türlü vazgeçmeyen bir despota dönüştü” eleştirilerini ve suçlamalarını alaşağı etmek istemesi. Zira şimdiki hükümetin bizzat siyasi ittifak ismi ve hatta tek siyasi projesi bile bu eleştiriye dayanıyor: “Cambiemos”, yani değişelim. Alberto Fernández'in başkan adaylığının bir diğer anlamı IMF'ye karşı bir borç batağına saplanan Arjantin'in bağlamı. Bu anlamda kendisinin bankacı kimliği ve müzakereci karakteri bolca tartışılıyor. Bu anlamda bir diğer siyasi hedef ise önceki seçimlerde bir kısmı Cambiemos'a kayan sağ tandanslı Peronistleri tekrar Kirchnerci cephe altında toplamak.
Cristina Kirchner'in başkan yardımcılığına adaylığını açıklamasının tüm haber kanallarında, sokaklarda, insanların bilinçaltlarında bu kadar yer edinmesinin nedenlerinin en başında hiç şüphesiz sağcı Macri hükümetinin siyasi/ekonomik politikaları geliyor. İktidara geldiği günden beri ülkeyi sürüklediği ekonomik kriz, son dolar krizinden sonra iyice belirginleşerek katlanılmaz bir hal aldı. Marketlerde fiyatların her gün değişmesi ve elinde etiket makinalarıyla dolaşan esnaf görüntüleri adeta normalleşti. Markette aldığınız ürünün fiyatının kasaya geldiğinizde değiştiğini duymak sıradan bir hal aldı. Arjantin'in dönemsel olarak hortlayan hiperenflasyon hayaleti 2001 krizi öncesi ve sonrası yaşananları son günlerde bir kez daha Arjantililerin hafızalarına getiriyor. Bunun müsebbibi olarak görülen dolar krizleri ise Türkiye'deki güncel kriz ile oldukça paralel bir biçimde ilerliyor. Bunu sadece ben değil, Arjantin'deki birçok hükümet yetkilisi de söylüyor. Bu finansal krizin birçok ülke gibi Arjantin'de de olduğunu söyleyerek halk sakinleştirilmeye çalışılıyor. Arjantin'in kriz deneyimini paylaşan bu ülkeler arasında en başta sayılanlardan biri olan Türkiye böylece dizileri dışında bir de dolar-kader ortaklığı açısından Arjantin'in gündeminde.
Krizden kaynaklı bu kader ortaklığına rağmen, kriz karşısında gelişen toplumsal refleksler birbirinden oldukça farklı. Şüphesiz bu fark her bir devletin kuruluş dinamiklerine ve toplumsal tarihsel süreçlerindeki farklılıklara dayanıyor. Bir yanda cumhuriyet tarihi boyunca geçirdiği tüm değişimlere rağmen bir nevi ana-akımlaşmış, kurucu Kemalist iktidara karşı gelişen sağ popülist (halkçı) reflekslerle işleyen Türkiye. Diğer yanda ise geçirdiği tüm değişimlere rağmen kurucu oligarşik-sömürge uzantısı iktidarlara karşı birleşen Peronist (Perón'un tartışmalı kişisel geçmişine rağmen) sol popülist reflekslerle işleyen Arjantin. Türkiye'de ancak milliyetçi reflekslerle dışavurulan memnuniyetsizlik, Arjantin'de Plaza'ya gitmek, yol kesmek (piqueteros), en önemlisi de – son iki haftada iki keredir etkili bir biçimde şehri durdurmayı başaracak biçimde – grev yapmak.
Arjantin seçimlerinin sonuçları tüm Latin Amerika'nın kaderini etkileyecek. Arjantin'de sol popülizmin son temsilcisi Kirchnerist hükümetin iktidarı kaybetmesinden sonra yerine gelen sağ hükümet, tüm kıtanın rengini boyadı. Ayakta kalan Morales ve Maduro gibi son sol popülizm nüveleri köşeye sıkışmış durumdalar; yatırım yapsın diye ya da yaptı diye Türkiye'ye kadar gelip Erdoğan'ın elini çekinmeden sıkacak kadar. Arjantin'de Macri öncülüğündeki 2015'teki sağcı zafer; Venezuela krizinden, Kolombiya barış anlaşmalarının durmasına, Brezilya'da Bolsonaro gibi eski darbeci askerlerle ortaklıkla iktidara gelen neo-faşizmin en tipik temsilcisinin devlet başkanı olmasından Uruguay'da Frente Amplio'nun (Geniş Cephe-Türkiye'de pek meşhur olan Pepe, José Mujica'nın cephesi) seçimleri kaybedebilecek duruma gelmesine kadar bölgedeki birçok gelişmenin işaret fişeği gibiydi adeta. Dolayısıyla bu seçimlerin sonuçları Latin Amerika'nın geleceğini belirleyecek nitelikte. Alberto Fernández'in sağ tandanslı seçmenlere seslenir niteliği ise başka soruları akla getiriyor. “Sol popülizm” seçimleri kazansa da eski gücünü restore edememe ihtimali çok yüksek. Tüm dünyadaki sağcı yükselişin önü alınmadığı müddetçe bu zafer, sağın güdümünde bir sol popülizm olmaktan kurtulamayacak. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun antiemperyalist Latin Amerika rüyasının sonunu görmekte olduğumuz ise şüphe götürmeyen tek cevap. (DB/AS)